Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

4 Aralık 2008 Perşembe

30. Bölüm

27 Haziran 1992. Karabiga. Lapseki.

Sabah, ya da öğlen desem daha doğru olur, birinin saçımı çekmesi nedeniyle çektiğimi düşündüğüm acıdan yüzünden bağırarak uyandım. Önce hafif bir sessizlik oldu, sonra ise gülüşmeler, gözlerimi açacak halde değildim. Tekrar aynı acıyı hissettim ve tekrar. Bir kız çocuğu gülüşü ile hissediyordum saçımın çekildiğini, ne garip diyordum kendi kendime. Acı bitince yine gözlerimi kapatıp uykuya dönmeye çalışmaya devam ettim.

"Hadi Emre, kalk! Bak misafirimiz var bugün. Sarı ve dalgalı saçlı, kırmızı minik ayakkabılı, güzel mi güzel yeşil gözleri olan dünya tatlısı bir kız."

"Uyumak istiyorum Gülşah, gidin başımdan ya!"

"Emre gercekten kalk bence de, Lapseki'ye gectik sen hale uyuyorsin kuzum."

"Federica ne diyorsun ya, hatta ne diyorsunuz ya ikiniz de? Ne kızı ne çocuğu ya? Ben uyurken çocuk mu yaptınız ne alaka? OHA! Bir saniye?! Ne kadar zamandır uyuyorum ben?"

Gülüştüler, kalkıp gözlerimi ovuşturmaya başladım. Daha yeni yeni gözlerimi açacak güç toplamış gibi hissediyordum.

"Yaklasik 18 saattir uyuyorsin. Alt tarafi bir sise sarap icmis bir insan bu kadar uyumas. Gören de ayyas sanacak be oglum. Bu arada cocuk maalesef bizim degil, tabi sen uyurken yapmaya kalkismadigimizi soylemiyorum bak ama denesek bile bu kadar tatli olmazdi."

Tekrar gülüştüler, bu sefer o minik kız sesi de katıldı gülüşmelerine. Hiçbirşey göremiyor ve sadece gülücükler duyuyor olmak fenaydı. En sonunda gözlerimi açtım. Gerçekten ufak bir kız vardı yattığım yerin yanında; Federica'nın gibi sarı ve dalgalı saçlı, kırmızı minik ayakkabılı, yeşil gözlü, dünya tatlısı bir kız. Bir şeyler karıştırmış yaramaz çocuk gülümsemesi vardı suratında bana bakarken ve ellerini arkada kavuşturmuş bir şekilde öne arkaya sallanmaktaydı.

"Adın ne senin?"

"Söylemem."

"Niye söylemiyorsun yahu?"

"Ama iki kere söyledim. Duysaydın bana ne!"

"Ama uyuyordum."

"Bu saatte uyunur muymuş hiç?"

"Uyunmaz mıymış?"

"Söylerim ama bir şartla."

"Neymiş o şart?"

"Beni sırtında gezdirceksin. Gezcez, gezcez, durcaz, sen biraz dinlenceksin, sonra yine gezcez, gezcez, gezcez. Erken yorulmak yok. Yorulursan yine çekerim saçını."

"Eheh! Tamam bakalım. Söz gezdireceğim seni."

"Tamam o zaman. Adım Doğu benim. Doğu benim adım. Doğu Doğu! Bak ne güzel geliyor değil mi Kulağa?"

"Doğu mu? Gerçekten güzelmiş. Peki annen kim senin, baban kim? Nerelisin?"

"Gürecialtı'nda oturuyoruz biz. Annem Aslı, babam Devrim. Babam yazardır benim. Annem ise şair. Annem babamı Lapseki'ye kaçırmış biliyor musun? İstanbul'dan hem de! Tam on iki sene önce hem de!"

"Kaç yaşındasın peki?"

Elleriyle beş yapıp gösterdi.

"Bu kadar yaşındayım."

"Beş. Daha büyük duruyorsun."

"Sen asıl ufak duruyorsun. Hatta çocuksun sen. Tipe bak bıyığın bile yok. Bence sen üç yaşındasın. Evet tam üç yaşındasın."

Gülüştük. Doğu ile yaptığım konuşma beni iyice heyecanlandırmıştı. Ne olup bittiğini anlatmalarını istedim. Sonra bizimkilerden öğrendiğim kadarıyla hikaye şöyleydi: Doğu'yu Lapseki'ye girişte Federica fotoğraf çektirdikten bir kilometre sonra yol kenarında görmüşler. Kaybolmuş ufaklık. Gürecialtı'na geri götürmeye karar vermişler Doğu'yu ve köyün girişine kadar sürmüşler, sonra ise benim uyanmamı beklemişler Gürecialtı'na giriş yapmak için. Köylerde nasıldır bilirsiniz, kahvehaneler erkek doludur ve eğer şanssızsanız bir tane kadına bile denk gelemezsiniz sokaklarda. Onlar da kahvehaneye girme işini benim üstlenmemi uygun görmüşler. Gayet mantıklı.

Federica'nın isteği ile Doğu'yu yanıma oturttum ve köye giriş yaptık. Köy merkezi pek uzak görünmüyordu. Arada bir yanımızdan bir traktör geçiyor ve içindeki insanlar bize el sallıyor, ya da camdan dışarıyı seyreden veya tavuk peşinde sopa ile koşan çocuklar daha önce hiç görmedikleri bir şey görmüş gibi garip garip bakıyorlardı. En sonunda kahvehaneye geldik ve durduk.

Doğu ile geçen kahvehane maceram gayet uzun sürdü. Önce çay ısmarladı köyün insanları, muhtarla, çaycıyla ve ihtiyar heyeti ile tanıştım. Anlattım Doğu'yu nerede bulduğumuzu ve ailesinin nerede yaşadığını sordum. Tarif ettiler nazik bir şekilde. Sonra ise köye gelen turistlerle alakalı hikayelerini dinledim. Pek turist gelmezmiş ama gelen de pek severmiş insanlarını buranın. Sonra ise Doğu'nun ailesi hakkında bir çok şey anlattılar. Köylüler pek sevmiyordu sanırım onları. Evleri köyün çıkışındaymış, ufak  bir tarlaları varmış ve genelde ufak çapta hayvancılıkla geçinirlermiş. 80 yılında İstanbul'dan kaçıp buraya gelmişler. Komünistlermiş ya da anarşist. Devlet düşmanı yani. Şimdiye kadar köyden herkes kendilerini ziyaret etmiş. Pek komünistliklerini de görmemişler aslında ama neden kaçsınlarmış ki İstanbul'dan buraya, hem de 80 yılında. Bir sürü kitap varmış evlerinde; köyün kütüphanesinin sahip olduğundan daha fazla. Bir ara köy ahalisi jandarmaya şikayet edip sakıncalı olduğunu düşündükleri kitapları toplatma kararı almış ama komşunun komşuya hainlik yapmaması gerektiğini düşündükleri için vazgeçmişler. Kimseye zararları olmadan yaşıyorlarmış zaten. Devrim bir gazetede yazıyormuş. Köyden birileri de şehirde kitaplarını görmüş bunların, ama alamamış. Yaşına başına bakmadan saç uzatan  biriymiş Devrim bu arada. Soyadları ise Duman imiş. Köy okulunda son dört senedir hocalık yapıyormuş bu arada Aslı. Falan filan.

Zar zor dışarı attım kendimi kahvehaneden. Çocuğu bıraktıktan sonra gelip onlarla bir süre kalmamızı ve yemeklerinin (tarhana çorbası, kuş otu, cacık otu, labada otu, pıynar melkidsi, çam mantarı, dal mantarı, peynir helvası, undan yapılan kaçamak tatlısı, saş üstünde yapılan hamurdan gözleme, yozpidesi) tadına bakmamızı istediler. İlgimi çektiğini söyledim ama söz vermedim. Karavana yaklaştığımda iki tane beklemekten sıkılmış kız ile karşılaştım.  Gözleri fena bakıyordu.

"Ne yaptınız içeride iki saattir yahu? Nedir yani buraya mı yerleşeceksin ve coğrafi bilgi mi aldın köylülerden?"

"Baris Anlasmasi mi imzaladin nedir?"

"Yok bence çocukluk anılarını anlattı köylülere bu."

"Eger oyleyse bebeklikten baslamis sanirim"

"Yoksa muhtar mı oldun köye?"

Kendimi tutamadım ve gülmeye başladım. Köyün tozlu yollarına atıp kendimi güldüm, güldüm ve güldüm.

"Yahu nasıldır bilirsiniz, çay ısmarladılar, sohbet ettik vesaire. Yirmi dakika sürmedi yani abartmayın."

"Emre karavana binmezsen seni boğacağım. Neredeyse yirmi yıldır buradayız ve burada ölmek istemediğimi düşünüyorum. Hadi tornistan takip et."

Bindik karavana. Arka tarafta gülüşüyorduk Doğu ile. Bana bir şarkı söylemeye başladı. İngilizce hem de. Sözlerinden pek bir şey anlamadığımdan şarkının adını sordum.

"Andır dı biriç. Radyoda duymuştum ben."

"Under The Bridge. Hımm, Federica Under The Bridge kimin şarkısı?"

"Aaaa, bilmiyor musun be kuzum? Red Hot Chili Peppers'in sarki. Cok da guzel sarki. Dinleyelim istersen vardi bende o."

"Dinleyelim."

Dinledik, hüzünlendik, eşlik etti şarkıya bizim ufaklık. Onun şirin etkisi bile yumuşatmıyordu şarkıyı. Şarkı bittiğinde ise Doğu'nun evine varılmıştı.

2 Aralık 2008 Salı

29. Bölüm

-Ben…


-Evet sen?


-Özür dilerim. Çok. Çok. Çok özür dilerim. Seni aldım, buralara kadar sürükledim ve sen bana inanıp ve de güvenip peşimden gelerek deliliğime ortak oldun. Ve salak ben bunun farkına daha yeni varıyorum. Özür dilerim Gülşah. Cidden özür dilerim. Bana bu kadar inandığının, güvendiğinin farkında değilmişim. Hem de neredeyse hiç.


-Sonra?


-Sonra, buradasın ya, benimlesin ya, bulutlara bakıp, rüzgarı ciğerlerine doldurup, gözümüzün görmüş olduğu en sahipsiz denizin kıyılarında benimle gezdin ya, sen Gülşah, sen gerçekten süper bir kızsın. Ve ben aptalım, duyarsızım, yeteneksizim, şapşalım. Affet beni.


-Ortada affedecek bir şey yok be oğlum. Aramızda bir şey yok ki yani. Tamam bir ara kontrolden çıkmış olabilirim ama yani bu senin ilk başlardaki tavrından kaynaklanıyordu. Yoksa seni dost olarak gördüğümü biliyorsun.


-Ama…


-Bir an ben de kendimi kaybetmiş olabilirim. Yaptığım yanlıştı. Sonuçta sen başkalarına yaptıkların için bana hesap vermek zorunda değilsin ki. Değil mi ama?


Yaptığım şeyin ne kadar kötü bir şey olduğunun yeni yeni farkına varıyordum. Yaklaşmıştım o olay olmasaydı ona, yaklaşmıştım o gün. O Çingene kızı… her neyse. Yapmasaydım işte, yaklaşmıştım. Ve şimdi de kaçırıyordum elimden onu. Yine duvarlar örüyordu aramıza; hak ettiğim için. Bir anlık… şanssızlık.


Gözlerine baktım. Gözlerime baktı. Gözlerine baktım. Gözlerime baktı. Gözlerimin yaşardığını hissettim. Dudaklarını büktü, gözlerime baktı; ve kaçırdım gözlerimi. Şarap kokusu geliyordu burnuma rüzgarı kokladığımda, toprak kayıyordu altımdan. Martı sesleri arasında kalmış, sapkın bir zaman çizgisi gibiydi hayatım, o saniye. Keçi kokuyordu, süt kokuyordu hava.


Pan Kokuyordu o an Karabiga…


Yavaş yavaş kendime gelmeye çalıştım.


Bir şekilde kaçmam gerekiyordu içine düştüğüm zamansızlığın içinden sıyrılmak için. En eski yöntemlerden bir tanesine başvurmaya karar verdim; içmek. Ne de güzel bir fikir işte hem de Burada; şarabın anayurdunda. Burnumu çektim ve yaşarmış gözlerimi ovuşturdum. Federica halen gözleri kapalı bir şekilde Karabiga’yı hissetmeye çalışmaya devam etmekteydi.


-Ben bir tane şarap açacağım, siz de içer misiniz?


İstemediler. Karavana gittim ve kapıyı kapattım, bir şarap açtım en güzelinden, kim bilir neresi kokuyordu? Uzandım elimde şarap. Bitirecektim o günü, yaşamayacaktım. Şarap yarın edecekti birazdan zamanı. Bir şarkı tutturdum, gözlerimde tuz damlaları:


İçimden geçen en güzel kelimeleri
Geceleri yazan bendim sizin karşı duvara
Düşlerimdeki sen gibi hayalleri
Bıkmadan anlatan bendim duyduğun şarkılarda


Ve Olmadığından çok, yoksun artık
Dilimde şarkın elimde şarabım
Olmadığından çok, yoksun artık
Benim değilsin, galiba anladım


Sonlara sakladığım en güzel anılarını
Çıkarıp attım kederden toprağa
Tohum olsunlar, yaksınlar avuçlarımı
Bıkmadan ağlasın bulutlar tarlalarda


Ve Olmadığından çok, yoksun artık
Dilimde şarkın elimde şarabım
Olmadığından çok, yoksun artık
Benim değilsin, galiba anladım…


Sustum, güldüm kendime ve sızana kadar içmeye devam ettim.