Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Ekim 2009 Salı

Son Bölüm

Aradan yaklaşık iki koca ay geçti. Beni de, onu da biliyorsunuz; aynı şeyler aynı şekilde devam; iş, boşa geçen zamanlar, geceleri beyhude yıldız sayma merasimleri. Defalarca gördüm onu tabi; bakkala giderken, işe giderken ya da halı döverken. Ama bir kere bile benimle konuşmadı, bir kere bile kafasını çevirip bakmadı ve bir kere bile ağzına adımı almadı; arkadaşlarından öğrendiğim kadarıyla. Aşk kötü şey; yaşamı kısıtlıyor, ucuz içkiye peşkeş çekiyor karaciğeri ve tütüne buluyor göğüs kafesini. Çıkış yok aşktan; ölüm dışında.

Her şeyi boşvermek, aslında onu boşvermek pek de zor değil. Zor gelen, aşkı boşvermek muhabbeti. Birisini istemek sebep ve sonuç ilişki ile alakalıdır. Birisini bir nedenle istersin ve sahip olursun; bunun adı sebep ve sonuçtur. Ama aşk denilen boktan şeyin içinde zerre kadar mantık olmadığı gibi zerre kadar da sebep yoktur. Sonuç mu? Aşkın sonucu mu? O ise hiç sanırım; koca bir hiç.

Aşk hikayesi yazmak ile aşkı yansıtmak başlı başına çelişki barındırıyor bu yüzden. Yaptığım şeyi, yani okuduğunuz şeyi yaparken bu yüzden bu kadar zorlanıyorum. Gerçeği yansıtmak; aşk gibi evrensel bir yalanda – ki tanrının en büyük yalanı aşktır – mevcut değil. Zaman atlamalar ise aşkın başında eğlenceli gibi görünse de şuan mümkün değil benim için. Bu notları tutarken o yüzden acele etmiyorum. Her şeyin hızla yaşanmış ve bitmiş gibi bir izlenim bırakması canımı sıkardı. Sonuçta anlattığım benimle sonlanacak bir öykü. (Bunu anladığınızı umuyorum.)

Şuan kaleme aldığım bölüm üzerinden geçmemeye kendi kendime yemin ettim. Rakı ve yalnızlık içinde yazıyorum bu kelimeleri. Dünya'nın en güzel şeyi bu yüzden benim için aşk; bağışlayın lütfen, sarhoş bir aşığın gerçek hikayesine dönüyor burada mevzu ve portre gittikçe çirkinleşecek; emin olun.

Yaklaşık iki koca ay sonunda çıldıracak duruma gelmiştim. Onu görmek, onunla bir damla zamanı bile paylaşmak için çıldırıyordum. En son bana söylediği şeyler yüzünden garip bir gurur oluşmuştu ama içimde; her şeye sekte vuran. Sonra aşkın içinde olmaması gereken bir şey olduğuna kanaat getirdim gurur denen şeyin. Bu şekilde, zamanı öldürerek onun normale dönmesini beklersem onu tamamen kaybedeceğimi düşünmeye başlamıştım ve bu düşünce canımı çok sıkıyordu. Öyle bir duruma gelmiştim ki; onun için yakamayacağım şehir kalmamıştı Dünya üzerinde. Onu o kadar seviyordum ki, ulan o kadar çok seviyordum ki, geçmişi geleceğe, geleceği geçmişe, zamanı hatalara ve hataları zamanın dibine tıkıştırmaya razıydım. Artık oyunlar yoktu; biliyordum. Oyunlar çocukçaydı ve bir yere gitmiyordu. Gerçek bir şey lazımdı; çok gerçek bir şey.

Uzun süreli bir plan bu konuda bana yardımcı olacak durumdaydı. Çalıştığım işi bırakmam gerekiyordu; bu kesin. Bir şekilde bir yerlerden para bulmam ve okumam, ardından ise hızla adamlığımı kanıtlamam gerekiyordu. Üniversite benim için problem sayılmazdı; zekiydim ve iyi eğitim almıştım; bu uzun planda tek eksik beni üniversite sonuna kadar idare edecek para bulmaktı. İlk önce hali hazırda oturduğum evin odalarını öğrencilere kiraya verdim, ardından bunun da yeterince bana fayda getirmediğini fark edip para kazanmak için başka bir yol bulmaya çalıştım.

Bulduğum yol basit olmakla beraber biraz tehlikeliydi tabi ki. Size bizim yaşadığımız mahallenin gecekondu mahallesi olduğunu baya bir söylemiştim hatırlarsanız. Normalde devlet arazisi olan bir alandı bizim mahallenin kurulduğu yer. Zamanla, seçimden seçime ertelenen bir tasviye mevzusu vardı ama sonra devlet bu araziyi bir şekilde özelleştirip başından defetti. O an yaşadığımız zaman da bu devlet arazisini ucuza kapatan kodamanın bütün mahalleyi evinden kovmaya çalıştığı zamandı. Mahalle kahvesinde hiç mirasçısı olmayan bu kodamanın sürekli bir şekilde öldürtülmesi konuşuyordu. Bir gün bunun benim için tek çıkış yolu olduğunu düşünüp bu düşünceyi gerçekleştirebileceğimi söyledim ve buna karşılık ne istediğimi anlattım ahaliye. Sadece yedi yıl boyunca bütün mahalleliden her ay az miktarda para alacaktım ve bu kodamanı kimsenin çözemeyeceği bir şekilde yok edip başımızdan def edecektim. Mahalleli başka çaresi olmadığından teklifimi kabul etmekte tereddüt etmedi. Şimdi yalnızca yaşlı, zengin, siyasete yakın bir adamı şüphe yaratmayacak bir ölüme süreklemek lazımdı bana; onu da nasıl yapacağımı çok iyi biliyordum...

Onu da nasıl yapacağımı çok iyi biliyordum...

26 Temmuz 2009 Pazar

37. Bölüm

Uyandırdım. Saçları birbirine karışmış, yüzünden uyku akan bir kız vardı karşımda. Tabi ki şaşırmıştı beni gördüğüne; ne alaka gecenin bir yarısı onun odasında. Dudakları susuzluktan hafif çatlamış gibi görünüyordu, geceliği gecenin içine akıyordu yatağın köşesinde oturmuşken. Konuşmaya başladım.

“Fadime abladan izin aldım buraya gelmek için Gülşah, kendisi artık görüşmemize bir şey demeyeceğini ima etti ve şimdi buradayım. Seni nasıl özledim bir bilsen.”

“Ne güzel uyuyordum; hiç zamanı değil bu konuşmaların Emre.”

Yanına oturdum, saçlarını karıştırmaya başladım. Uykulu olduğundan pek bir şey diyesi yoktu bu davranışıma. Zaten hali hazırda içinde bulunduğumuz durum garipti. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.

“Seni seviyorum. Daha önce de söylemiştim, şimdi de söylemekte bir beis görmüyorum. Seni hep ama hep sevecekmiş gibi hissediyorum Gülşah, ne olursa olsun, nereye gidersen git, ne yaparsan yap benim için hiç değişmeyecek. İnatçıyım, biliyorum. Mantıksız bir inat olabilir, bunu da biliyorum. Ama seni seviyorum. Çok seviyorum. Seni her gördüğümde manasızca gülümsüyorum, seninle her konuştuğumda kelimelerim birbirine giriyor Gülşah. Şimdiye kadar o kadar çok şey yaşadık, o kadar garip hallere düştük ki bu yüzden; hala seni ne kadar çok sevdiğimi anlamadıysan şaşırabilirim.”

İç çekti. Dirseklerini dizleri üzerine koydu ve güzel suratını elleri arasına aldı. Bu durumdan ve bu tip konuşmalarımdan her zamanki gibi sıkıldığını hissedebiliyordum.

“Bak Emre, beraber büyüdük, bana bir sürü şey kattın yaptıklarınla. Biliyorum, zaten de biliyordum, beni seviyorsun. Ama benim sana karşı duyduğum hisler seninkiler kadar yoğun değil. Senden hoşlanıyorum tamam, ama bu bir aşk değil. Daha değil belki. Ve sen beni bu kadar sevdiğini sürekli tekrarladıkça bir yere de gidemeyecekmiş gibi hissediyorum. Bu tip şeyler, bu tip duygular beraber büyümeli. Sen aşık, ben az biraz hoşlanıyor ve ardından beraber oluyoruz. Nereye gider bu? Sana aşık olup olamayacağımı bile bilmiyorum. Ama sen bu tip hisleri büyütmeye devam ettikçe hep senin bir adım arkanda olacağım. Bana karşı duyduğun aşk yüzünden seni seversem eğer, bu aşka saygımdan dolayı, bunu hissedersin ve benimle bu tip bir şey yaşamak senin için bir çile haline gelir. Bir ilişki yaşarız ve ben sen beni çok sevdiğin için seni çok sevmek zorunda kalabilirim. Bu olduğu zaman da yaşadığım duyguların gerçekliğinden nasıl emin olabilirim? Bana kötülük yapıyorsun Emre, beni seviyorsun, ama beni sevdiğin için benden de aynı şeyleri aniden istiyorsun. Görüşmemiz bu yüzden sakıncalı. Görüşmememiz de sakıncalı sen bu durumdayken. Eğer bugün bana söz verirsen bu duyguları büyütmeyeceğine, içinde söndüreceğine dair; yeniden arkadaş olalım. Sonra duygularımız beraber gelişsin ha? Ya da görüşmeyelim ve sen olayı şimdiye kadar getirdiğin yerde tutma. Platonikleştirme maceran bitsin. Lütfen. Ben sana senin kadar aşık olamam; olsam da buna inanacak durumda değil aramızdaki duygusal bağ.”

“Aşka hürmet dediğimiz şey yüzünden benimle beraber olmanı tabi ki istemem. Seni seviyorum ama bu durum seni fazla ilgilendirmemeli. Seninle beraber olmak istiyor olmam seni ilgilendirmeli. Duygu dediğimiz şey ölçülebilecek bir şey değil çünkü. Seni ne kadar sevdiğim, senin beni ne kadar sevebileceğin ve bunların nedenlerinin neler olacağı mantık çerçevesinde düşünürsek dediğin gibi olur ama aşk, sevgi mantık çerçevesinde büyümez ve gelişmez. Sevmenin bir sürü etkeni vardır; senin beni sevmenin etkenlerinden birisi benim seni sevmem olacaksa bu kötü bir şey değil zaten. Hatta benim kafa yapım yerine duygusal bağım yüzünden böyle bir şey olursa bu daha gerçekçi olur benim için. Seni seviyorum. Seninleyken Dünya daha tatlı benim için. Ama bu kadar bu. Seni çok sevmem ve bu duygunun hep böyle olacak olması aramızda yaşanabilecek ilişkinin getireceği duyguları etkilemez. İkisi farklı büyür Gülşah. İkisi farklıdır. Seni yanımda istiyorum ve modern insan bu isteği en mümkün kılacak şeyi ilişki olarak seçmiş. Yoksa benim ilişki istediğim de yok ama seni paylaşmamak, hep seninle olmak eğer bir ilişki sonucunda mümkün olduğu için bunun adını ilişki istemek olarak koyabiliriz. Ama aşk farklıdır. Aşk dostlar arasında da vuku bulur. Aşk seninle evinde büyüttüğün bir çiçek arasında, doğurduğun çocuk arasında da mevcuttur. Aşk heryerdedir. Bizim aşkımızın dönüşeceği ve büyüyeceği saksı ise ilişki. Ama ilişki senin bahsettiğin gibi sana zorunluluklar getirecek kadar kuvvetli değil. Aşk ve sevgi her şeyin üstündedir.”

“Seninle görüşmek istemiyorum.”

“Neden?”

“Seninle görüşmek istemiyorum.”

“Gideyim mi?”

“Git. Bir süre yok ol. Kafamı çok dağıttın. Toparlamam lazım düşündüklerimi. Söz, dediklerine inanırsam ben seni bulacağım. Ama git. Ya da ben gideyim?”

Üzülmüştüm. Dünya yeniden üzerime yıkılıyordu. Bir sayfa daha kapanmıştı hikayemde. Yine olmamıştı ama bu konuşmadan bir şeyler kazandığımı hissediyordum. Gidecektim, hayata başka yerden bakacaktım bir süre; onun istediği gibi.

Çünkü onun istekleri; benim isteklerimden daha önemliydi benim için.

26 Haziran 2009 Cuma

36. Bölüm

    22 Ağustos saat 23.00

Gün boyunca, bildiğiniz durum nedeniyle tuvaletteydim. Saat 22.00 civarı ise vücudum kendine geldi. Kendimi çok yorgun hissetmeme rağmen uyumadım ve Gülşah ile görüşmenin başka yollarını düşünmeye başladım.

Uzun uzun garip formüller düşünüyordum görüşmeyi mümkün kılmak için. Ama hiçbiri aklıma yatacak kadar zekice değildi. Özellikle o gün yaşadığım olaydan sonra, aklıma çocukluğumda yaptığım aptallıklar gelmişti, bu tip saçma bir plan ile bunun olmayacağını anlamıştım. Zaten durum düşündüğümden de vahim değildi, tamam, annesi Gülşah ile görüşmemi istemiyordu; ama o gün bana pek de kötü davranmamıştı. Karavan macerasının üzerinden geçen zaman sayesinde bir şeyler unutulmuştu ve annesinin o an içinde bulunduğu hal pek katı değildi. Yeterince nazik olursam ve doğru kelimeleri seçersem Gülşah ile görüşmemize izin verebileceğini düşünmeye başlamıştım bu sebeple. En mantıklısı adam gibi özür dilemek sayesinde elime geçecek olandı. Farkındaydım.

Saat biraz geç olmuş olsa da Gülşah ile annesini ziyaret etmeye karar verdim. O evde annesi benim hakkımda neler düşünüyor bilmiyordum tabi, ama dediğim gibi o günkü olaydan cesaret almıştım. Yapacaktım bunu, içim içime sığmıyordu.

Hızla giyinip evden çıktım. Saat 23.00'a yaklaşmaktaydı ve Uzun ailesinin kapısının önünde cesaret topluyordum. Geçmişi şöyle bir düşündüm ve yaptığım şeylerin, inatçılığımın ve tutkumun biraz abartı düzeye geldiğinin farkına vardım. Bu benim gurur duymam gereken bir şey miydi, yoksa utanmama gereken bir şey miydi, bir süre karar veremedim.

Aşka bakış açım çocukluktan beri çok değişmişti, bunun farkındaydım. Gülşah'ı ilk gördüğümde içimde alevlenen şeyin aynı olmadığının da farkındaydım. Ona karşı duyduğum sevgi ilk başta çocukça ve komik bir şeydi; ilk okula giderken öğretmene duyulan aşk gibi. Ama sonraları içime yerleşen şey daha başkaydı. Gülşah konusunda bu açıdan şanslı olduğumu düşünüyordum, ilk aşık olduğumu düşündüğüm zaman çocuktum ve çocukça bir aşk ile beslemiştim kendimi. Sonra ise, büyüdüğümde tekrar aşık olup daha güzel duygular beslemeye başlamıştım. Hayatı boyunca sadece bir kıza aşık olmuş birini anlatıyordu bu anılar. İyi miydi, kötü müydü, başka birisine de aşık olabilir miydim bilmiyorum ama bu benim için iyi bir şeydi. Aşık olduğun kişinin hem çocukluk aşkın hem de gençlik aşkın olması.

Bu hikayeyi anlatmaya başladığımda her şeyin, 22 Ağustos o düşünceler aklıma düşmüş olsa bile, ilk gün başladığına inanıyordum ama şimdi, 22 Ağustos gününü anlatırken düşünüyorum da, ben geçmişi yazdıkça asıl olan başlangıcın farklı bir zaman olduğunu kesinlikle anladım. Şuan yirmi dokuz yaşındayım ve şimdi yaşadığım dünyaya bu hikayeyi getirene kadar önümde baya zaman var. Size şunu itiraf edeyim, hikayenin sonu hala gelmedi. Ben bu anıları anlatmaya başlayalı geçirdiğim bir yıl boyunca da bir sürü şey yaşadım. Bu beni biraz daha olgunlaştırmış ve düşündüklerimi netleştirmiş olabilir. O yüzden ilk bölümde anlattığım şeyleri biraz çarpıttığımı itiraf etmem lazım. Gülşah'a ilk aşık olduğum an, dokuz yaşında onu ilk gördüğümde duyduğum hayranlıkla örtüşmüyor. İtalya'dan ilk döndüğümde, (18. Bölüm) onu buluşmaya çağırmıştım hatırlarsanız. Bir bankta oturuyordum ve bana doğru geliyordu; o an içimdeki çocukluk aşkının yerini daha yeni bir şeyin doldurduğunu ve bu duygunun o duygudan çok daha güzel olduğunu fark ettim. O yüzden koşup sarıldım ona, o yüzden kokusunu içime hapsetmek istedim. Ve o günden beri bambaşkayım. O yüzden anlattığım kadar inatçı ve vazgeçmezim onun hakkında. Tabi daha anlatmadığım kısımlarda, özellikle anıları anlatmaya başladığım geçen yıldan bu güne kadar geçen zamanda yakınlaşmış olabiliriz. Bunu sırf merak edin diye de yapıyor olabilirim.

Bu yüzden bu bölümü yazarken o an düşündüklerimin, size şimdiye kadar yansıttıklarımla örtüşmediğinin farkına vardım. Şimdiye kadar size hikayeyi ilk görüşte aşk olarak anlattım, biliyorum ve o gecede, aklıma düşen o düşüncelerden sonra bile kendimi ve sizi buna inandırmaya gayret ettim. Özür dilerim.

Her neyse, 22 Ağustos gecesine geri dönelim. Geçmişle muhakememi bitirdim ve kapıyı çaldım. Gecenin bir vakti özellikle Fadime hanımı, yani Gülşah'ın annesini uyandırmak tehlikeliydi ama içimden bir şey o gece bana bunu yapmamı söylüyordu. Kapıyı tahmin ettiğim gibi annesi açtı ve yataktan kalkmış, uykulu görünüyordu. İçeri girip giremeyeceğimi sordum önce, kızgın bir surat ifadesi takınmış olmasına rağmen bu isteğimi reddetmedi ve beni içeriye davet etti.

Kendisiyle karşılıklı oturduk ve neden geldiğimi sordu. Derin bir nefes aldım, ölüm kalım piyesim işte o an başlıyordu.

“Fadime abla, sizden özür dilemek için geldim bugün. Gülşah'ı sizden izinsiz bir şekilde aldım, bir yerlere götürdüm ve sizi çok üzdüm, biliyorum. Siz yalnız bir kadınsınız ve ben sizi daha da yalnız bıraktım. Ama lütfen artık bana kızmayın. Ben size bir kötülük yapmak istemiyordum. Çocukça bir şey işte. Bir hata, lütfen onu benden uzaklaştırmayın. Gülşah ile mükemmel bir arkadaşlığımız var ve o da beni aynı şekilde çok seviyor. Biz çok eski dostuz onunla, biliyorsunuz. Beraber bir sürü şey yaşadık. Lütfen onunla görüşmeme izin verin.”

“Evladım, sen annenin bana emaneti sayılırsın. Bunu iyi bil. Gülşah yaptığı şey konusunda bol bol cezasını çekti, seninle görüşmemek de o cezalardan birisiydi onun için. Yaptığınız çok kötü bir şeydi ve sonuçları ikiniz için de çok kötü oldu. Ama hala dersinizi aldığınızdan emin değilim. Ayrıca, Gülşah bir kız çocuğu, onunla bu kadar yakınlaşmamalısın. Millet ne der, komşular neler söyler hiç mi haberin yok senin? Siz gittikten sonra adınız çıktı mahallede, herkes senin Gülşah'ı kaçırdığını düşünüyordu. Git kendine yeni arkadaşlar bul o yüzden. Sizin tekrar arkadaş olmanızı istemiyorum.”

“Fadime abla, ama babalarımız nasıl iyi dosttular biliyorsunuz. Lütfen, bari onların hatırı için. Hayatımda kimse kalmadı benim, lütfen anlayın. Onun dostluğu beni geçmişe bağlayan tek şey.”

Fadime abla derin bir iç çekti. Kocasından ve annemden bahsetmem onu hüzünlendirmişti. Tamam anlamına gelecek şekilde başını salladı ve bana Gülşah'ın odasına çıkabileceğimi, ama bir saat içinde gitmem gerektiğini, aşağıda benim gitmemi bekleyeceğini ve ben gidene kadar uyumayacağını söyledi.

Merdivenler ayağımın altında eziliyordu Gülşah'ın odasına yaklaşırken. Nefes alışlarım sıklaşmıştı. Odanın kapısına kadar geldim ve içeri girdim, uyuyordu.

Uyandıracaktım.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

35. Bölüm

Cumartesi sabahı ilk işim domatesleri halletmekti. Çömelmiş bir şekilde pencerenin önüne gittiğimde beklediğim gibi pencere açıktı ama Gülşah`ın annesi hala mutfakta bir şeyler hazırlamakla meşguldü. Ben de bu meşguliyet bitene ve annesi sofraya herhangi bir şey götürmek için oturma odasına geçene kadar pencerenin önünde çömelmiş bir şekilde bekledim. Bu bekleyiş anı biraz fazla uzun sümıüştü ama en sonunda müstakbel kayın validem mutfaktan çıkabildi. Çömelmiş bir şekilde yarım saat durmaktan dizleri tutulmuş bendeniz bir şekilde ayağa kalkıp domateslere hint yağından az biraz damlatmayı başardım.

Görevin ilk kısmını başarıyla tamamladıktan sonra tahmin ettiğiniz gibi oradan hemen uzaklaşmam gerekiyordu ama sessiz bir şekilde ayağımı yerden kaldırmaya çalıştığımda bacaklarımın iyice uyuşmuş olduğunun farkına vardım. Gülşah'ın annesi gelmek üzereydi ve ben hala pencerenin önünde dikiliyordum. İşte, tam o an aklıma geleen mantıklı şeyi yapıp kendimi yere attım ve maalesef sessizce yerde kıvranmaya başladım.

Yerde gözlerim kapalı bir şekilde sızlanırken bir ses duydum ve kafamı çevirdim. Fark edilmiştim artık. Müstakbel kayın validem mutfak penceresinden bana kızgın bir şekilde bakmakta ve ne olduğunu, neden yerde yattığımı sormaktaydı.

Pencereden düştüm de Fadime abla ama pek bir şey olmadı, biraz bacağım acıyor sadece. Kalkacağım şimdi.”

Gülümsedi. Kızını kendisinden habersiz geziye çıkardığım için bana hala kızgın olduğunu biliyordum ama durumuma bir şekilde acımıştı Fadime abla. Kıpırdamadan durmam gerektigini söyledi ve içeri gitti. Durum işte tam olarak burada garip bir hal almaya başlamıştı.

Yanıma gelmesi fazla sürmedi Fadime ablanın. Beni kaldırdı. kendisinden destek almamı söyledi ve bir yerime bir şey olup olmadığına bakmamız gerektiğini anlatarak beni eve soktu.

Fadime abla beni oturma odasındaki kanepeye yatırdığında ayağımdaki sızı tamamen geçmişti ama kendisi beni pencereden düşmüş sandığı için istifimi bozmadım. Oradan bir an önce, Gülşah`a görünmeden çıkmak dışında hiçbir derdim yoktu.

Ve elde olmayan, insanı hüzünlendirecek olaylar vuku bulmaya başladı. Önce pantolonumu çıkartmamı istedi Fadime abla, kırık ve çıkık var mı diye bakacaktı sanırım. El mecbur utana sıkıla çıkardım pantolonumu ve artık bir yerimin acımadığını söyledim. Yine de Fadifıç abla emin olmak için uzun uzun sıska bacaklarıma baktı ve beni bir süre inceledikten sonra yaralanmış olmadığımı fark edip rahatladı. Fırsat bu diyerek yavaşça ayağa kalkmış, pantolonuma uzanmış haldeydim ki mustakbel sevgilim Gülşah oturma odasına girdi ve beni o halde yakaladı; plan iyice sarpa sarmaya başlamıştı.

Hızla pantolonu giymeye çalışırken Gülşah uzun süren bir kahkaha ile bana eşlik etti. Pantolonumu giydiğimde ise annesine neler olduğunu, benim orada ne aradığımı sordu.

“Emre'yi mutfak camından gördüm kızım, yerde yatıyordu. Pencereden düşmüş."

Gülşah gülümseyerek bir şeyim olup olmadığını. vaktim varsa kalıvaltıya kalabileceğimi söyledi. Annesinin yüzündeki ifadeden teklife çok kızdığını anlamıştım ve bu yüzden bir işim olduğunu söyledim ama  Gülşah'ı ikna edemedim.

Beklerken kafamdaki planı biraz değiştirmiştim. Gülşah`ın annesinin domatesleri yemesi ve tuvalete tıkılması bölümü hala aynıydı ama Gülşah'ı bir şekilde dışarı çıkarmama gerek yoktu çünkü zaten yasak bölgeye girmiştim. Planın ilk halinden bile daha kolay görünmüştü bu.

Gülşah'ın annesi kahvaltı tepsisi elinde mutfaktan çıktığında gözlerim domatesleri aradı ama domatesler bakır tepsinin içinde değildi. Tedirgin bir şekilde, domateslere ne olduğunu düşüne düşüne kahvaltı masasına oturdum.

“Emre, menemen yaptı annem senin için. Pencereden düşmene çok üzülmüş. Bol bol protein alman gerektiğini söyledi. Ben domates yemem biliyorsun, annem de yumurta yemiyor çünkü alerjisi var o yüzden sana özel bu menemen."

Domateslerimi bulmuştum ama doğru kişi tarafından yenmeyeceklerdi.

Tahmin ettiğiniz gibi o Cumartesi günü Gülşah ile konuşamadan, evimin tuvaletinde geçti.

19 Nisan 2009 Pazar

34. Bölüm

22 Ağustos 1992

Sonbahar yaklaşıyordu yavaş yavaş. Çiçekler solmalarından önceki son zamanlarını Güneş'in tadını çıkararak geçiriyorlardı. Ben, yani kahramanınız Emre, kendime karnımı doyuracak kadar para kazandıran bir iş bulmuş ve kendimi hayatın tekdüze temposuna salıvermiştim. Gülşah ne oldu derseniz, İstanbul'a geldiğimiz günden 22 Ağustos'a kadar kendisiyle görüşmemiştik. Annesi benimle görüşmesini, konuşmasını ve hatta karşılaşmasını bile engellemek için elinden geleni yapıyordu ve bunu şimdiye kadar iyi becermişti.

Ev, her yerine annemin kokusu sinmiş olan küçük cehennemim artık tamamen benim kontrolümdeydi. Yalnız hissediyordum kendimi; ölesiye yalnız. İçi karalanmış hayallerim, ayaklanma dökülmüş olan geleceğim ve hayatın can sıkıcı mavraları dışında hayatımda hiçbir şey yoktu. Ne toprak kokusu, ne Gülşah, ne bir dost ne de bir akraba. Karanlıktaydım. Karanlığım büyüyordu ve bu konuda elimden bir şey gelmemesi iyıce canımı sıkmamaya başlamıştı.

Gülşah ile tekrar görüşmeyi denemeye karar verdim.

Dediğim gibi, İstanbul'a geldiğimiz günden 22 Ağustos'a kadar kendisiyle görüşememiştim. İtiraf etmeliyim bu konuda pek bir çabam da olmamıştı aslında. Annemin ölümü her şeyi manasız kılmıştı bir süre sanki; aşk, umut, hayal gibi kavramlar bu büyük kayıp içinde eriyip gitmişti. Şimdilerde ise yeni yeni kendime geliyor gibiydim; yeniden nefes aldığımı hissediyor ve yaşamın ekşi, mevsim kokan tadına yavaş yavaş tekrar alışıyordum.

Her neyse, Gülşah ile tekrar görüşmeyi denemeye karar verdim ve 21 Ağustos gecesi bu görüşmeyi mümkün kılacak bir plan yaptım. Tam olarak şöyle bir plan yapmıştım: Annesi ve Gülşah hafta içi çalışmaktaydı, tabi ki ben de; bu yüzden planı Cumartesi günü yani 22 Ağustos günü uygulamak en mantıklısıydı. Gülşah`ı evden çıkarmak ve annesinin yanından ayırmak için annesini evde bir şeyle meşgul etmem gerekliydi. Annesini evde tutmanın tek yolu onu bir şekilde hasta etmekti ve ben bunu yapmak için kitaplardaki en eski numaraya başvuracaktım; annesine bir şekilde hint yağı yedirmek ve bağırsaklarının aktivitesini hızlandırmak. Bunun içinde sabah kahvaltısında annesinin hazırladığı dilimlenmiş domateslere birşekilde ulaşıp hint yağını domateslerin üzerine dökmek en mantıklısıydı; çünkü Gülşah`ın domatese alerjisi vardı ve onun yemeyeceği ama annesinin kesinlikle yiyeceği tek şey domateslerdi.

Annesini tuvalete hapsettikten sonra ise Gülşah`ı dışarı çıkarmaksa mahallede çıkacak bir olay sayesinde çok kolay olacaktı; bizim mahalleli kavga izlemeyi severdi, tabi ki Gülşah da. Mahallenin zıpkın delikanlılarının bir şekilde birbirleriyle dalaşmasını sağlayacak ve Gülşah, fırsat bulmuşken dışarı çıkınca kendisini bir köşeye çekip konuşacaktım.

Ama Cumartesi günü olaylar biraz farklı gelişti...

18 Mart 2009 Çarşamba

33. Bölüm

Annemin ölümünden sonra



Ölüm üzerine şimdiye kadar çok fazla yazı okudum ama bana ölümle nasıl başa çıkılacağını hiçbirinin anlatabildiğini sanmıyorum. Ama hayatımın akışını değiştiren her ölümden sonra bu olayların hayatımıza getirdiği şeyin kaybetme hissi olmadığını anladım. Bir şey kaybetmiyoruz. İçimizi acıtan, gideni düşünerek ciğerlerimize hapsettiğimiz her derin nefeste kalbimizin üzerinde amansızca tepinen şey kaybetme hissi değil; hayatımızda birden bire ortaya çıkan muazzam boşluk.



Kaybetme hissine alışıyor çünkü insan. Kayıp giden şeyin bir daha asla size geri gelmeyeceğini kabul etmeniz fazla zaman almıyor. Yavaş yavaş unutuyor ve hayatınıza devam ediyorsunuz bir şekilde. Ama işte her kayıbın ardından hayatımızın birden bire boşalması ve o boşluğu bir şekilde doldurmaya çalışmak gerçekten insanı kahreden, ölümün kucağımıza bıraktığı en gerçek sorun. Düşünsenize, annenizin var olduğu zamanlarda onunla geçireceğiniz bol zamanınız ve hafızanıza eklenecek milyon anı olduğunu düşünüyorsunuz. Hiç gitmeyeceğini, hayatınızın bir köşesinde ilelebet bir yer kaplayacağına kendinizi inandırıyorsunuz. Bir gün ise yok oluyor. Birileri annenizin ölü bedenini yıkayıp, kefen isimli beyaz beze sarıp toprağın altına gömüyor ve hayatınızı yönlendiren, sizi büyüten, emziren, yediren kadın artık yok oluyor. Ebediyen hayatınızdan silinip gidiyor. Geride bıraktığı yalnızca eskiyecek fotoğraflar ve sizinle beraber toprağa girdiğinde yok olacak ufak anılar. Hayatınız plastik bir bidon kadar boş ve sahilde kum tanelerine yazılmış bir aşk hikayesi kadar manasız. Hayat insanı nasıl sarsacağını çok iyi biliyor.



Evet, annem ölmüştü. Haberi aldığım gece çok sarsılmıştım. Bizimkiler beni teselli etmeye çalıştılar tabi ama hiçbir şeyi gözüm görmüyordu. Bütün gece bahçenin tam ortasına koyduğum sandalyenin üzerine tüneyip mehtabı seyrettim. Pek ağlamadım. Ağlayamadım. Yalnızca gökyüzüne baktım. Yıldızlar bile gözüme sönük görünene kadar, sabah olup hayat tekrar başlayana kadar hiç kıpırdamadım yerimden.



Toparlandık ve İstanbul'a hareket ettik. Yol boyunca kimsenin ağzını bıçak açmadı. Ben ise arka tarafta yalnız başıma oturup arada bir de uyumak dışında hiç ama hiçbir şey yapmadım. Bir de mektup yazdım tabi anneme; onu uğurlamak, ona son sözlerimi söylemek için. İşte o mektup:



“Sevgili anne.



Kendimi suçlu hissediyorum. Ben orada olsaydım bunların hiçbiri olmayacaktı belki. Babamın ölümünden sonra seni hayata bağlayan tek şeyin ben olduğumu aptal kafam sen öldüğünde anladı sanırım. Çok özür dilerim. Sana iyi bir evlat olamadım. Önce başka bir ülkeye eğitim almaya gittim ve seni yalnız bıraktım sonra ise kendimi ufak bir maceraya inandırıp yine uçtum beni sımsıkı sarmayı iyice özlemişken kolların. Gitmeme kızmadığını biliyorum ama gitmemeliymişim. Seni yalnız bırakmamalıymışım anne. Çünkü sensiz kalmaya daha ben hazır değilmişim.



Gittin. Sonbaharı beklemeden göçen göçmen kuşlar misali uçup gittin ellerimden. Bir daha kokunu duyamayacağım. Bir daha omzuna başımı yaslayıp sana hiç gitmeyecekmişsin, hep yanımda olacakmışsın gibi sarılamayacağım. Sesini bir daha işitemeyecek kulaklarım anne. Gözlerindeki buğuyu bir daha göremeyeceğim. Öpemeyeceğim bir daha seni, dokunamayacağım saçlarına, yatamayacağım dizine, tutamayacağım hayatımı daha güzel bir hale getirmek için nasırlanmış pamuk ellerini. Gittin anne. Unutulmuş bir şarkı gibi gittin ezberimden. Yakalayamadığım hayallerim gibi, İstanbul'un kahverengi sokaklarında rüzgarın sürüklediği bir poşet gibi gittin. Bir helallik bile alamadan ben senden.



Sensiz, senin sesinden arındırılmış bir hiç olacak evimiz. Sensiz ben bir çöp konteynırına bırakılmış bir köpek ölüsü gibi yalnız olacağım. Eskisi gibi olmayacak anne hiçbir şey. Tadı olmayacak yemeklerin, solacak bütün çiçekler bahçedeki, yıllardır baktığın muhabbet kuşumuz ötmeyecek artık neşeyle; bahar gelince. Sensiz olmayacak anne; sensiz biz, yapayalnız eskisi gibi hiçbir zaman olamayacağız.



İyi yolculuklar anne. Seni hiçbir zaman, hiçbir zaman, hiçbir zaman unutmayacağım.”









Ve dört gün sonra İstanbul'a geldik. Beni karşılayacak bomboş, annesiz bir eve kendimi hazır hissediyordum.

29 Ocak 2009 Perşembe

32. Bölüm



Saat 21.00 civarı Gülşah tarafından uyandırıldım. "Hadi kalk, herkes seni bekliyor." dedi ve elimden tutup beni içeri götürdü.

İçeride beni bir çilingir sofrası bekliyordu. Rakı, mezeler, palamut, havuç salatası ve bol kaşarlı bir domates çorbası. Devrim abi, hanımı, Federica ve Gülşah çorbalarını bitirmiş, rakılarını yudumlamaya başlamışlardı. Neden beni kaldırmadıklarını merak ettim ve Federica'ya sordum bunu.

"Kaldirdik ya kuzum. Gelecegim dedin gene yattın. Bir kere ben bir kere de Gülsah kaldirmaya geldi seni ama fosür fosür uyumaye devam ettin esek. En sonunda Gülsah operek uyandirdi da seni geldin iste."

"Öperek mi? Öperek mi? Bir dakika, ben niye hatırlamıyorum bunu yahu! Gülşah beni öperek mi uyandırdın?"

"Federica seninle dalga geçiyor be oğlum. Değil mi Federica söylesene kızım doğruyu?"

"Ben bilmem valle tanri sahidim operek uyandirdin Emre'yi sen. Yokse nasil uyansin bu uykucu!"

Ben ve Gülşah hariç kahkaha atmaya başlamıştı herkes. O ise bana kaşlarını çatmış bir şekilde bakıyordu.

"Otur da çorbanı iç Emre!"

"Tamam, tamam! Kızma, uyurken çok cazibeli olduğumu biliyorum Gülşah!"

Gülşah iyice kızdı ve kafasını "Daha sonra ben sana ödeteceğim." manasında salladı. Sonra ise Devrim abi her şeyi geçiştirmek istercesine bir hikaye anlatmaya koyuldu. Hikayenin sonunda ise kadeh kaldırdık bize. Her şey gerçekten mükemmel gidiyor gibiydi.

Aslı abla bize ailemiz hakkında sorular sormaya başlayınca ne kadar zamandır annemi aramadığımı fark ettim ve evde telefon olup olmadığını sordum. Bunu sorunca Gülşah da meraklandı birden, annesinin ne kadar kızgın olduğunu merak ediyordu tabi ki. Ve annemin onu sakinleştirmek için ne yaptığını da. Aslı abla bize telefonun yatak odasında olduğunu söyledi, Doğu karıştırmasın diye oraya koymuşlardı. Her neyse. Gülşah ile yatak odasına gittik ve evi aradım. Çok merak ediyorduk biz gittikten sonra neler olup bittiğini.

Telefon çaldı, çaldı, çaldı. Kimse açmadı. İçime kötü bir his dolmaya başlıyordu. Tekrar aradım, çaldı, çaldı, çaldı ve gene kimse açmadı. Tekrar aradım, tekrar, tekrar! Kimse cevap vermiyordu telefona. İstanbul'da kötü bir şeyler olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Telefonun başında uzun süre düşündük Gülşah'ın annesini aramayı. Gülşah bu konuşmayı yapmak istemiyordu ama annemin evde olmaması onun da içine kurt düşürmüştü. Yaklaşık yarım saat süren münakaşadan sonra Gülşah'ın annesini aramaya karar verdik. Bu Gülşah'ın sinirini bozacak olsa bile en azından neler olup bittiğini,  kimin ne kadar kızgın olduğunu anlamamızı sağlayacaktı. Çevirdi numarayı Gülşah ve tedirgin bir şekilde beklemeye koyuldu avize kulağında.

"Alo. Anne... Benim Gülşah. Ağlama yahu hemen.
...
Evet iyiyiz. Geziyoruz işte. Bir şey gelmedi başıma.
...
Ağlama anne...
...
Ne zaman döneriz bilmiyorum...
...
Ne? Nasıl?
...
Ciddi misin?
...
Yanımda evet.
...
Tamam. Tamam anne.
...
Tamam.
...
Tamam anne. Çok seviyorum seni.
...
Ağlama. Görüşürüz anne..."

Telefonu kapattığında çok durgun görünüyordu Gülşah. Ne olduğunu sordum. Bir şey söylemeden içeri gitti, masaya oturdu ve bir kadeh rakıyı bir dikişte içti. Bana baktığında gözlerinin yaşardığını fark ettim. Israrla ne olduğu sordum. Bir süre daha sessizce oturdu. Sonra birden ayağa kalkıp bana sarıldı ve ağlamaya başladı. Üzülmememi tembihliyordu hıçkırıklarının arasında. Bir kez daha ne olduğu sordum. Ağlamayı kesip gözlerime baktı yaşlı gözlerle.

"Sinem abla..."

"NE OLMUŞ ANNEME?"

"Vefat etmiş Emre. Başın sağ olsun..."


11 Ocak 2009 Pazar

31. Bölüm

(30. Bölümden Devam)

Doğu’nun evi büyük bir bahçenin tam ortasında inşa edilmiş iki katlı bir ev, iki büyük ahır, bir kümes ve bir de bahçenin sağ tarafında, artık kullanılmadığı belli olan tarla gereçlerinin arkasında kalan çitle çevrilmiş ufak bir tarladan oluşuyordu. Karavanımızın sesini duymuş olan ev ahalisi, biz arabadan inerken hızlı ve telaşlı bir halde bize doğru yaklaşmaktaydılar. Doğu’nun babası olduğunu tahmin ettiğim adam sakallı, bıyıklı, kısa boylu, köylülerden biraz farklı giyindiği çok belli olan, gözlüklü biriydi. Annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın ise sarı, kıvırcık saçlı, Güneş ile hayatında ilk kez tanışıyormuş gibi beyaz tenliydi.

Kadın ve adamın bize doğru yaklaştığını görünce Doğu, benden kurtulup (elini tutmaktaydım) annesine doğru koşmaya başladı. Sarıldılar. Çok endişeli görünüyorlardı. Öyle de olması gerekirdi ya; çocukları kaybolmuştu, sonra da üç tane yabancı tarafından onlara geri getirilmişti. Oradan hemen ayrılmamız gerektiğini yoksa bizi bolca sorunun beklediğini düşündüm.

Doğu’nun annesi ve babasıyla sarılma olayı sona erdiğinde tedirgin bir tanışma faslı yaşadık. Acelemiz olduğunu vurguladım çoğu kez ama baba, yani Devrim, olayın tamamını dinlemeden bizi bırakmaya niyetli değildi. Evlerine davet ettiler ve o geceyi onlarla beraber gecirmemizi istediler. Federica ve Gülşah da hemen atladı buna tabi ki. Sıcak bir banyo, ev yemekleri onlara çekici gelmişti ve köylülerin anlattığı kadarıyla aslen İstanbullu olmaları nedeniyle bu aile bu köyde denk gelecekleri en kültürlü kişiler olabilirlerdi.

Utana sıkıla eve girdik ve Doğu’yu nerede bulduğumuzu, sonra başımıza neler geldiğini bir bir anlatmaya başladık. Biz bunları Devrim’e anlatmaya çalışırken Aslı bir taraftan dinleyip bir taraftan da nargile hazırlamaktaydı. Hazırlık bittiğinde ise ikram etti nargilesinden. Ben biraz tereddüt ile yaklaşmış olsam da Federica ve Gülşah bu teklifin üzerine atladılar hemen ve ben hikayenin geri kalanını utana sıkıla anlatırken Gülşah, Doğu, Aslı ve Federica nargileyi alıp başka bir odaya geçtiler. (Kadınlar sizi tanımadığınız insanlarla yalnız bırakmayı severler.)

Ben mevzuyu anlatmayı bitirdiğimde, Devrim olayın nasıl cereyan ettiğini anladığını söyledi. Anlattığına göre o üzüm tarlasında mahsuller ile uğraşırken Doğu fıyıp, kaybolmuş ve hemen oradan geçen biz tarafından bulunmuş. Biz Doğu ile köye geldiğimizde Devrim hala tarlada kızını aramaktaymış. Sonra bu şekilde bulmasının zor olacağını düşünmüş ve Aslı’yı da arama timine katmak için eve gelmiş. İşte tam o sırada biz de Doğu’yu karavan ile evlerine getirmişiz.

Devrim olayı çözdükten sonra bana bol bol teşekkür etti. Anlattığına göre rakı damıttığı bir odası vardı. Bizimle içmenin çok eğlenceli olacağını söyleyerek akşam ev yapımı rakı eşliğinde sohbet etmeye davet etti.

Devrim sert tavrını yana bırakıp dost canlısı bir adam gibi görünmeye başlayınca ise kahvedekilerin hakkında söylediklerini anlattım ona. Ve, aslında İstanbul’da neler olduğunu merak ettiğimi söyledim. Biraz değişti suratındaki ifade ama anlatacak gibi bakıyordu. Ve beklediğim gibi anlatmaya başladı:

Darbe bir tek komünistlere, anarşistlere gelmedi. Darbe yalnızca aşırıları susturmadı Emre. Darbe bu ülkenin yetiştirdiği en kendini bilen, en özgür düşünebilen neslini de susturdu, bezdirtdi, kaçırdı, hapse attı, öldürtdü vesaire. Ben, 80 öncesinde yeni yeni tanınmaya başlayan bir yazardım. Kitaplarım iyi satıyordu o zamanlar, bir de illegal sayılabilecek bir gazete çıkartıyorduk. Yazılarımın ideolojik yönelimleri hakkında konuşmayacağım. Çünkü ne yazmış olursam olayım rahatsız olanların derdi zaten düşünen bir insan bile bırakmamaktı memlekette. Ve de öyle oldu.

80 öncesinde zaten yaptığım işler yüzünden defalarca tehdit edildim, göz altına alındım. Kitaplarım toplatıldı. Göz altına alınma nedenlerim örgütleyici ya da ideoloji aşılayıcı yazılar da değil ha! Özgürlükten bahsediyordum, haktan bahsediyordum, insanların nerelerde, nasıl öldürüldüğünden bahsediyordum. Polislerin kayıt dışı cinayetlerinden, kaza süsü verilen ölümlerden, yani vahşetten bahsediyordum. İşkenceden, insanlara aşılanmaya çalışılan kötü düşüncelerden, toplumu ya da belli bir sınıfı kullanmaya çalışan, cebi para dolu kodamanlardan bahsediyordum Emre. Yalnızca düşünüyor ve yazıyordum işte. Ve bu bile birilerinin zoruna gidiyordu.

1 Eylül 1980 günü Aslı ile bir arkadaşımıza eğlenmeye gitmiştik. Bu arada o zamanlar dört katlı bir apartmanda kalmaktaydık. Her neyse. Gece arkadaşlardan çıkıp evimize doğru yol almaya başladık. Yaşadığımız sokağa girdiğimizde ise alevler aldı gözümüzü! Çığlıklar, siren sesleri yankılanıyordu sokakta. Bedava ekmek dağıtıyorlarmış gibi yangına doğru koşan meraklı vatandaşlar! Ve evimiz... Evimiz yanıyordu...

İtfaiye erleriyle konuştum. Komşuların anlattığına göre beş tane genç önce taş ile camlarımızı kırmışlar, sonra ise yanlarında getirdikleri yirmiden fazla molotof kokteylini evin içine atmışlar. Onları durdurmaya çalışan komşulardan birisini ise vurmuşlar. Ve evimiz işte; kül olmuş.

Arkadaşın eve gittik. Aslı hem ağlayıp hem de söyleniyordu: “Faşist köpekler!” “Hayvanlar!” “Evimizden ne istediniz?” “Kurtulamayacaksınız!” “Şerefsizler!” Ben de arkadaşlarla olayın kritiğini yapıyordum. Bana ülkenin içinde bulunduğu durumun vahimliğini tekrar hatırlatıp “Gidin!” dediler. “Sizi yaşatmayacak bunlar. Bir süre saklanın, olaylar durulana kadar. Sonra geri dönersiniz.” İlk başta bu düşünceye karşı çıktık ama yazılarımı mektupla da ulaştırabileceğimi ve hala buradaymış gibi faal olacağımı da söylediklerinde İstanbul’u terk etmeye karar verdik.

Ve buraya geldik işte. Biz buraya geldikten dört gün sonra ise DARBE oldu. Bir daha ne o gazete çıktı ne başkası. Bütün kitaplarımı toplatıp yakmışlar. O günden sonra yazdığım ve yayımlanan bir kaç tane kitap var; işte senin köylülerin gördüğünü söyledikleri; onlar da roman ve şiir kitapları. Bir de gazete demişler ya, gene köşe yazıyorum bir gazetede ama pek sesimin çıkmasına izin vermiyorlar.

İşte böyle Emre. Buralara bu yüzden geldik zamanında...”

Hüzünlenmişti Devrim. Kendini kötü hissettiğini, bir süre dinlenmek için odasına çekildiğini söyledi. Akşamı sabırsızlıkla beklediğini de ekledi tabi. Ben ise oturduğum divana uzanarak biraz dinlenmeye çalıştım.

Uyku, beni akşama daha hızlı ulaştıracaktı.