Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Nisan 2008 Çarşamba

13.bölüm



"""Ben Emre. 15 Mart 1991'i anlatacağım birazdan. Ama, iyi bir kurgucu olmadığımdan yazının genelinde bazı kafa karışıklıklarına neden olduğumu düşünüyorum. O yüzden şimdi, yazıda geçen tarihleri ve kişileri tek tek özetleyerek bütün karışıklıklardan kurtulacağım.

Benim adım Emre Uçan ,Kemal Uçan babam, Sinem Uçan ise annem. Hikaye 1985'in Ocak ayında başlıyor. Ben o sırada 9 yaşındayım ve 4. sınıfa gidiyorum. 12 Şubat 1976 yılında Zeytinburnu semtinde doğmuşum. Babam eski solcuydu. Gülşah'ın babası da öyle.

Gülşah Uzun ise 1985'in Ocak ayında bizim semte taşınıyor. Benimle yaşıt. 12 Mart 1976 yılında Kadıköy'de doğmuş. Babasının adı Fikret, annesinin adı da Fadime.

Babam ve Gülşah'ın babası 31 Aralık 1985 gecesi , kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından kaçırılıyor ve tahminen öldürülüyor. Bu üzüntü sebebi ile annelerimiz birbirleri ile görüşmeyi kesiyor ve Gülşah ile ben 4 yıl boyunca ,13 Mart 1991'e kadar görüşmüyoruz. O Mehmet Akif Bey Lisesi'ne ben ise Tutti Amore Pietra isimli bir liseye gidiyorum ve tüm hikayeyi size 2004 yılında anlatmaya başlıyorum."""

15 Mart 1991 saat 22.03 idi. Penceremi sürekli, bıkmadan, usanmadan çalan yağmur sanki onu içeri aldığımda bana sarılacakmış , gece boyunca yalnız bırakmayacakmış , bütün uzuvlarımı, benlerimin yerini, çillerimin sayısını, dişlerimin şekilsizliğini, ne kadar ıslak öptüğümü ezberleyecekmiş gibiydi. Ve ben Gülşah'ı düşünüyordum. Sadece onu, acaba ne yapıyordu şuan, ne okumaktaydı, nasıl bir eşofman giymişti ve hatları belli oluyor muydu?

Dudaklarındaki ıslaklığı kaleme harcadığını düşündüm sonra, üzüldüm, bir şekilde dürtmeye, konuşmaya çalışmaya karar verdim. Ama camı açmam ile kapamam bir oldu, dışarısı gerçekten soğuktu ve içeriyi de ele geçirmeye çalışıyordu. Böyle bir durumda ona nasıl kağıda sarılmış taşları haberci güvercinler gibi gönderebilirdim ki. Ama yağmur, bizim pencereyi ısrarla dövdüğü gibi Gülşah'ın penceresini dövmemekteydi. Pencereler karşılıklı olunca ikisinin birden aşırı yağmur almasını bekleyemezsiniz.

Islanmayı ve üşümeyi göze aldım. Yalnızlık hastalığı iyice yayılmıştı içime sanki ve o günden sonra geçireceğim bütün hastalıklardan daha yaralayıcıydı. Bir taş attım önce penceresine , açması için. Duymadı. İkinci taş , üçüncü taş , dördüncü taş, beşinci taş. En sonunda müzik dinlediğini anlayıp taş atmaktan vazgeçtim ve onun dikkatini çekecek ve çok ses çıkaracak bir şey düşünmeye başladım. Ve bulmuştum ,bir kova su , bir kova su onun dikkatini çekerdi ve pencereyi açmasını sağlayabilirdi. Hemen banyoya inip tuvalet terliklerini ayağıma geçirerek plastik ,turuncu renkli su kovasına su doldurmaya başladım. Su doldururken çıkan seslerden annem uyanmış olmalı ki su doldurmayı bitirip banyonun kapısını açtığımda karşımda beliriverdi.

-Emre?
-Efendim anne?
-O elindeki kova da ne?
-İçinde su var.
-Ciddi misin?
-Yemin ederim ki su var.
-Ay ben de sanmıştım kovayla odana votka ya da cin taşıyorsun.
-Yok anne yapar mıyım öyle şey, biliyorsun ben içmem zaten.
-Evladım, anladım su olduğunu, saf saf konuşma da söyle ne için o su?
-Emm, şey, camdan aşağı dökeceğim.
-Neden?
-Çünkü çok kirlenmiş evin o tarafı.
-Evladım, yağmur yağıyor ya? Neler karıştırıyorsun cidden anlat hadi.
-Bir şey karıştırmıyorum yahu, haklısın anne, yağmur temizler aslında. Neyse ben bu kovayı banyoya geri bırakayım o zaman.
-Bırak bari. Garipsin sen bugünlerde ama kokusu çıkar, hadi bakalım.
-Sınavlar anne sınavlar...

Kovayı banyoya bırakıp doğruca odama çıktım ve annemin uyumasını bekledim. Uyuduğundan emin olduğumda inip kovayı tekrar aldım. Bu sırada yağmur dinmişti ve etrafa dinginlik ve alabildiğince karanlık hakim olmuştu. Pencereye çıkardım kovayı, iyice hedef aldım ve kovayı var gücümle karşı pencereye doğru ittirdim. Suyun tamamı boşaldığında kovayı yere bırakıp pencereye bakmak için doğruldum ve müstakbel sevgilim oradaydı, sırılsıklam bir şekilde...

-Emm, ıslanmışsın Gülşah...
-Geri zekalı öküz, moron ,mankafa, sakar, aptal, lüzumsuz herif, şebek , maymun, şapşal pezevenk.
-Gülşah...

“Çat!”, sesi eşliğinde kapadı penceresini sırılsıklam. Ben ise onu yağmurun bile ıslatamadığı bir ortamda sırılsıklam etmeyi becermiş olduğum için şansıma küfür ettim.

“ŞANSIMA TÜKÜREYİM”

23 Nisan 2008 Çarşamba

12. bölüm

14 Mart 1991 saat sekize beş vardı. Rüzgar, umutsuz bir yaprağı sırtına almış, oradan oraya savurmakta, gün, gecenin seks dolu yatağından çıkmış, zindeliği suratına vurarak gerim gerim gerilmekteydi. Bir ucundan diğer ucuna kadar bomboştu, çamurlar tarafından zapt edilmiş Umut Sokağı. Pek insan geçmiyordu. Arada bir, üzerine, daha önce babasının ya da abisinin giydiği takım elbiseyi geçirmiş Mehmet Akif Bey Lisesi öğrencisi olan ergenler, günün vurduğu tokat ile iyice acıyan derilerini oksijene batırmak için gün batımına kadar koşacak kadar dinç bir eda ile hayatlarının prangası saydıkları okullarına gidiyor ve kısa sokağın zavallı sessizliğini ayaklarına geçirdikleri eskimiş pabuçları ile deliyorlardı. Ve de rüzgar vardı işte. Derinliğin sessizliğinde , üzerinde hayali gemiler taşırmış gibi saçlarımı karıştırıp oyunbazlığını sergiliyordu. Çamur, ayakkabılarımı ele geçirmek ister gibiydi ve onun eteği altından bakma şerefine benden çok ama çok önceleri dahil olmuştu. Sırtımı dayadığım ağaç, kollarıyla sarmıştı beni, kitabımın sayfalarını benim yerime çeviriyor, gülümsediğim yerlerde saçımı okşayarak beni daha da mutlu ediyor , üzüldüğüm zamanlarda ise kollarına alıp ninni söyleyecekmiş gibi gölgeleriyle huzur veriyordu. Derken, onun geldiğini gördüm. Gelişini şu şekilde anlatabilirim: “Saçları, benim yerime öpüyor sanki omuzlarını. Her bir buklesi düzgün ve Güneş'in yaydığı tüm enerjiyi emme görevi üstlenmiş. Dudakları, esmer tenine kör bir ressam tarafından yanlışlıkla çizilmiş bir ağız gibi iki büklüm ve dolgun. Yürüdükçe, kalbimin damarlarını çiğniyor üstü fiyonklu, çamura bulanmaması için yoluna yatılacak kadar ona özgü ayakkabıları ile. Gözlerinin yandığını ateşe iyice yaklaşmış (muhtemelen yanmakta olan) bir odunun sıcaklığı hissettiği kadar çok hissediyorum. Elinde, benim yerime geçtiği için kıskandığım, sarıldığı , ellerini benden çok tutmuş ve kalemine benim bedenimden milyarlarca kez daha fazla hizmet etmiş olan defterleri var. Yürüyüşündeki tokluk, onu özgürlük savunucusu deli bir avukat hissetmeme neden oluyor. Ve yaklaşıyor ,yaklaşıyor.” İyice yaklaşmıştı bana. Ona bakmaktan bildiğim tüm kelimeleri unuttuğumu hissediyor ve ağzımdan hiçbir şey çıkmıyordu. Sanki devasa bir hamsi balığını canlı canlı yutmaya çalışmaktaydım ya da kuru, çok pişmiş simidi çaysız ve hızlı şekilde yemekle meşguldüm. Saçının sırtını eliyle kaşıdı ve şekillen emrini verdi. Gözlerime bakıp kirpiklerini aşağıya doğru oynattı, dudağı ısırılası, öpülesi, yenilesi, yutulasıydı sanki. En güzel Viski'nin yanına meze veyahut Dünya'nın en büyük kumpanyasında bir altın karşılığında öpülmesine izin verilen bir güzellik tanrıçasının dudakları olabilirmiş gibiydi. Ve araladı dudaklarını. Ve araladı. -Selam. -Selam Gülşah. Başka bir şey demeden önce beynimde doğru kelimeleri bulmayı çok istedim, ama yine ona bırakmıştım sanırım konuşma işini. -Konuşmayacak mısın? Yeniden dost olmaya başlayabiliriz sanıyorum Emre, sen benim çok eski bir dostumsun ve seni kaybetmek istemiyorum. Ama bizimkilerin haberdar olmaması gerek sanırım. Ya da söyleyebiliriz. Belki artık birbirlerini affetmişlerdir. Affetmemiş olsalar bile bizim hayatımıza ve dost seçimlerimize karışabileceklerini sanmıyorum. Öyle değil mi? -Haklısın. Çok özledim sana, pardon seni, kelimeleri seçmekte zorluk çekiyorum gördüğün gibi. Özür dilerim ama sormam gerek. (Başıyla onayladı sorma isteğimi) Sana şöyle sıkı bir sarılış yapabilir miyim? -Elbette... Ve sarıldım. Sanki Güneş'i tutuyordum kollarımın arasında, sanki umudu ,hayali ,hayatımı, tüm yaşamımı, zamanımın en değerli noktasını, devasa bir sevgi yığını işte, anlatılamayacak kadar devasa bir sevgi yığınını. Ağacın yaprakları rüzgar tarafından taciz edilene ve Gülşah bu tacizden üzerine düşen üşümüşlüğü bedenine enjekte edene kadar sarıldım. Hafifçe itmek istedi beni ve kollarımdan ayrıldığında , öyle bir gülümsedi ki, uzun süre pastırma görmemiş yaşlı teyzeye Ramazan'da pastırma götüren hayırlı oğlunun yüzündeki olgunluk hakimdi sanırım gülümsemesine. -Emre, şimdi okula gitmem lazım. -Sanırım ben zaten geç kaldım. Aman... Okul umurumda değil sanırım şimdilik, şu zamanın tadını çıkarıyorum. En son görüştüğümüz gün hakkında bir şey sorabilir miyim sana Gülşah? Sonra seni özgür bırakacağım söz. (Yine kafasıyla onayladı beni. Ama yüzüne endişenin hakim olduğunu görebildim. ) Votka içtiğimiz gün, sarılmıştık hani, hatırlıyor musun? -O güne dair hiçbir şey hatırlamıyorum... Şimdi müsaadenle gitmek istiyorum. Sonra görüşürüz hadi. Kızmıştı. Babasının öldüğü gün oynadığımız aşk oyununu hatırlatıp ne yapmaya çalışıyordum ki zaten. Haklıydı kızmaya. Delicesine haklı. Ve hızlı adımlarla uzaklaştı benden, okuluna doğru , saçlarını, dudaklarını ve omuzlarını götürmeye koyuldu. Uzun uzun arkasından baktım. Ve sessiz bir şekilde kendi kendime aşağıdaki lafı tekrar ederek okuluma doğru yola koyuldum. “Biz o gece, öpüşmüştük hani...” “Biz o gece, öpüşmüştük hani...” “Biz o gece, öpüşmüştük hani...” “Biz o gece, öpüşmüştük hani...” “Biz o gece, öpüşmüştük hani...” “Biz o gece, öpüşmüştük hani...” “Biz o gece, öpüşmüştük hani...”

6 Nisan 2008 Pazar

11.bölüm



13 Mart 1991 . Babalarımız kaybolalı 4 yıl oldu. 4 koca yıl. 4 yıl boyunca Gülşah ile bir kelime bile konuşamadık. Başka sınıflardaydık hep, başka yerlerde. Annesi evden çıkmasına izin vermiyordu. Annem de beni Gülşah ile konuşmamam konusunda tembihlemişti. 4 koca yıl işte. İkimiz de liseye başlamıştık. O mahallenin yukarısındaki Mehmet Akif Bey Lisesi'ne ben ise bizim evden iki üç kilometre uzaktaki Tutti Amore Pietra Lisesi'ne gidiyordum. Annem de bir fabrikada bölüm şefi olarak çalışıyordu. Babamın tanıdığı çoktu ve ona bu işi sağlamayı kendilerine vazife görmüşlerdi.

Artık babamın ölümü yüzünden duyduğumuz acı ,geçmiş tarafından örtülerek sadece ufak bir kalp sızlaması halini almış gibiydi. Ama Gülşah'a olan aşkım, gün geçtikçe büyüyor, iyice kafamda yer ediyor ve yan evdeki kıza ulaşamamın acısını her gece bedenimin her sinirinde hissediyordum. En sonunda konuşmaya karar verdim. Okuluna giderken yolumu değiştirip Mehmet Akif Bey Lisesi üzerinden gidebilirdim. Bu İngiltere'ye Irak üzerinden gitmeye benzeyecekti ama Gülşah'a o gün geç kaldığımı ve kestirmeden gitmenin daha akıllıca olduğunu söyleyebilirdim. Nerden bilebilirdi ki bizim okulu. Ertesi gün planı uygulamaya koydum. Evden erken çıkıp bir ağacın arkasında Gülşah'ın geçmesini beklemeye koyuldum. Gülşah'ın okulu 9-16 arası idi. 8 civarı geçmesi gerekiyordu. Ama geçmedi. 12'ye kadar geçmesini bekledim. Geçmeyince evden geç çıkmış olabileceğini ve şuan okulda olabileceğini düşündüm. ben de çıkışı beklerdim o zaman. 16.30 civarı geçecekti. 4 saat boyunca ağacın arkasında kitap okudum. Saat 16.00 olunca ise gözlerimi iyice açarak onu beklemeye başladım. Ama geçmedi. Saat 6 ya kadar bekledim. sabah 8 den akşam altıya kadar! Ama geçmedi. Bir kere bile geçmedi.

Eve gittiğimde odasının penceresinin açık olduğunu gördüm ve bir kağıda birşeyler yazıp taşa sarıp açık camdan içeri fırlattım. Annesi görmesin diye dua ediyordum. Görmemiş. Pencerelerimiz yan yana olduğundanyarım saat sonra o da bir kağıda sarılmış yolladı penceremden. Sonra bu şekilde 4 -5 mektup alışverişi daha oldu. Sonra da uyuduk. Mektuplar tam olarak şöyleydi:

Benim mektubum:

Gülşah'a

Uzun süredir konuşmadığımızı biliyorum. Ama biz eski dostuz ve bu şekilde aynı kaderi paylaşan iki kişinin konuşmaması bence anlamsız. Annelerimizi boş verip yeniden dost olmaya başlayalım.

İmza: Gizemli Emre

Gülşah'ın mektubu:

Öküz Emre'ye

Öncelikle attığın taş kafama geldi öküz. Dediklerinde haklısın ama biraz ölçülü at bence şu taşları. Kanıyor şuan. Nasıl bir öküzsün anlamadım ki! İnsan gibi bir taş atmayı bile beceremiyorsun! Neyse, tekrar dost oluruz tabi ki dediklerinde haklısın ama elini biraz ayarlasan iyi olur. Dokunayım derken tokat atarsın bence bu el ayarıyla. Kafam yarıldı ya resmen...
ışşş

İmza: Kafası Yarık Gülşah

Benim mektubum

Özür dilerim Gülşah

Sanırım biraz hızlı atmışım taşı. Haklısın. Unutalım taş meselesini. Bir ara randevulaşıp konuşalım. Bugün bütün gün okulunun yolunda seni bekledim ama bir kere bile geçmedim. Birşeyin mi var? Hasta değilsin değil mi?

İmza: Pişman Emre

Gülşah'ın mektubu

Allah belanı versin Emre

Yine kafama geldi ya! Sarmasana oğlum taşlara şunları. Ya da ufak taşlara sar. Işşş! Okula gittim gayet. Ama annem araba ile bıraktı ve araba ile aldı bugün. Bütün gün beklemene üzüldüm. Lütfen başka mektup atma çünkü hafıza kaybına neden olabilirsin. Yarın okula yürüyerek gideceğim. Buluşuruz.

İmza: Kafası İyice Şişmiş Kız

Benim mektubum (Bu mektubu göndermedim )

Sevgili Gülşah

Sana olan aşkımı yarın ayaklarına dökeceğim. Nasıl bir tepki vereceksin bilmiyorum ama bu o kadar çok içimi kemiriyor ki anlatamam. Seviyorum seni...

İmza: Emre...


Yarın demişti. Yarın... Ve bütün gece uyuyamadan yarını bekleyecektim. Bütün gece uyuyamadan ve aşkın çocukça hevesine sarılarak...