Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

16 Ağustos 2008 Cumartesi

25. Bölüm



Karavanımızı Değirmendere sahiline çekmiştik ve neredeyse bir saattir şarap içip denizin dinginliği ile ruhlarımızı doyurmaktaydık. Federica, bozuk Türkçesi ile bize garip aşk hatıralarını anlatıyordu. Her anlattığının sonunda sağlam bir kahkaha patlatıyor ve şarap şişesini kafasına dikerek mehtabı kendi dilinde selamlama eylemine girişiyordu. Biraz sarhoş olmuştu. Biz de Gülşah ile Federica'nın haline bakıp birbirimize manalı bakışlar atıyor ve gülümsüyorduk.

Çok geçmeden Federica iyice sarhoş oldu. Karavana yatırdık ve mışıl mışıl uyumasını izledik bir süre. Sonra, başka bir şişe şarap açıp sahile geçtik ve içmeye devam ettik. Gülşah'ın altında kesik bir kot vardı, buğday renginde bacakları, ayın ışığında gözlerimi kamaştırıyordu. Ara ara gözlerim takılıyordu tabi ki ister istemez. Üzerine biraz reçel dökmek, yol alışını izlemek, yolun sonunda, yani bitiş noktasında da dilimle tebrik etmek istiyordum. Gülşah, bu göz takılmalarını görünce sağlam bir kahkaha patlattı ve “Bak oğlum bak, bildiğin bacak işte. Bakmakla bitmez utanma!”, diyerek beni daha çok utandırdı.

Üzerine, Federica'nın verdiği bir gömlek geçirmişti. Gömleği, belini açık bırakacak şekilde önden bağlamış ve bu sayede göğüslerini biraz yukarı kaldırmıştı. Şişeyi her ağzına götürdüğünde bir damla şarap özgürlüğe kavuşmak için az çatlamış dudaklarından aşağı doğru kaçmaya çalışıyor ama bir sırtlan kadar çevik dili bunu hemen fark edip oracıkta parçalayıp yutuyordu. Gözleri, daha çok Ay'ın üzerindeydi. Git gide Ay'ı biraz daha kıskanıyordum. Kirpikleri, üzerinde cinler oynaşıyormuş gibi hareketli ve cilalanmış kadar parlaktı. Gözümü ondan alamıyordum anlayacağınız, ama güzel cümleler kurmakta da zorluk çekiyordum, sabah olan olayın pişmanlığı neticesinde.

“Emre, sence gezmek ne kadar manalı?”

“Bilmem, hoş bir şey sayılabilir. Yeni yerler görüyorsun.”

“Bunu birileriyle, dostlarınla vesaire paylaşmadıktan sonra bir manası kalır mı? Hoş şeyler paylaşıldığında da hoş olduğundan sevmez miyiz zaten? Yalnız başına yapılan bir tatil insana ne keyif verebilir ki?”

“Yalnız kalmayı verebilir. Yalnız kalmak güzeldir.”

“Yo, güzel değildir. Sadece son zamanlarda çok iyi yapılıyor reklamı. Yalnız kalmak? İnsan zaten kronik yalnız bir varlıktır. Bu yüzden bu kadar çok arkadaşa, ilişkiye ihtiyaç duyuyoruz, yalnızlığımızı gidermek için. Sen hiç yalnızlığını tamamen giderdiğini hissettin mi?”

“Açıkçası hayır.”

“Bak, bir insan ne kadar çok arkadaşa sahipse, ne kadar çok arkadaşlık ilişkilerine değer veriyorsa o kadar yalnızdır. Hastalıktır yalnızlık. Toplum olmanın yarattığı bir hastalık.”

“Katılmıyorum be Gülşah. İlişkilere önem verilmeli, hayatta daha güzel bir şey var mı sanki de ilişkileri boşlayalım?”

“Yok, ben tam anlatamadım kendimi. Yani ilişkilere tabi ki değer vermek lazım, ama aynı zamanda aç gözlülük de yapmamak lazım. Bir insanın elli tane yakın arkadaşı olması o insanın hiç yalnızlıktan kurtulamadığı anlamına gelir. Zaten elli tane yakın arkadaşın olamaz, elli tane kendini çok sevdirdiğin arkadaşın olur. Yakın arkadaş edinmek zordur.
Yalnızlığı en iyi gideren iki yöntemden birisi, yakın arkadaş ve aşk. Tabi eğer bu ikiliyi bir bedende bulabilirsen mükemmel. Zira yalnızlıktan yana derdin kalmaz. Ama ben şeylere kızıyorum işte: Bölünmüş insanlara, aç gözlü insanlara, başkalarının yakın arkadaşı olabilecek insanları destesine sokmuş insanlara, gereğinden fazla arkadaş sahibi olan o güler yüzlü hiperaktiflere. Onların diktatörden farkı yok biliyor musun? Diktatörler de halklarını inanılmaz sever ve (kendi kafalarında oluşturduğu, aslında var olmayan)halklarını yüceltir. O kadar sever ki köleleştirir. Yani bir insanın fazla insana sahip olmaya çalışması ya da sahip olması aç gözlülük. Bir insan sevgi konusunda aç gözlüyse, canavardır. Bir kişiyi çok sevebilirsin, ama iki kişiyi aynı ölçüde sevemezsin, her insanı aynı ölçüde sevemezsin ve sevmeye çalışırsan ya diktatör olursun ya da başarısız. İnsanlara karşı duyulan sevgi arasında eşitlik hiçbir zaman sağlanmamalı.”

“Haklısın.”

Bakıştık. Gözleri ruhunun ateşine ayna olmuş, kızıl bir parlaklığa erişmişti, ağzında kalan az tükürükle ıslattığı dudakları, yavaş yavaş, zamanın her salisesine bir hayal kurban etmeye gönüllü gibi üzerime doğru geliyordu. Gözlerini kıstı, derin bir nefes aldı ve...

10 Ağustos 2008 Pazar

24. Bölüm




Neredeyse bir gündür hiç durmamıştık. Federica yaptığı plan dahilinde ertesi gün Değirmendere'ye varmadan duramayacağımızı söylemişti. Gülşah arka tarafta, tüm uyku perilerini koynuna almış halde uyuyordu. Dün birkaç saat geçmişten, İstanbul'da olmadığım zamanlardan bahsettikten sonra midesinin bulandığı için erkenden yatmıştı. O yattıktan sonra Federica'nın yanına oturmuştum ve Değirmendere'ye gelene kadar uyumamaya ve dolayısıyla onu uyutmamaya kararlıydım. Derken, Değirmendere göründü!

“Değirmendere! Goruyorsun degil mi Emre! Geldik biz, hem de bir gunde. Hem de hic durmaden!”

Federica ile sevinç çığlıkları eşliğinde sarıldık. Federica karavanı E881'den çıkardı ve sahile doğru inmeye başladık. Kuruçeşme'den sahili gördüğümüzde ise Federica'nın neden Değirmendere'de durmaya karar verdiğini anlamış oldum. Maviliğin gökyüzü ile birleşmesini araya girmiş kara parçasının bile engelleyemediği bir sahil. Siyah taşlar, Güneş'in ışınlarını denizin altına hapsetmiş, deniz, maviliğin en serin görüntüsünü takınmış üzerine. Renkli elbiseleri üniforma haline getirmiş at arabalı çalgıcı çingeneler, daha sabahın erken saatleri olmasına rağmen denize karşı göbek atmaya ve deniz şeytanlarını tahrik etmeye başlamışlar. At arabalarının hepsinin önünde en azından üç dört çingene kızı mevcut. On dört, on beş yaşında ya varlar ya yoklar. Döl yolları hava almayı daha yeni yeni çözüyor ve bu çözümün tahrik edici tavrı yüzlerine ve danslarına yansımış gibi. İşte böyleydi Değirmendere sahili, ergenliğin başlarını atlatmış, kendini yeniden keşfeden bir kız gibi bükük dudaklı ve davetkar...

“Bu insenlerden su istesek verirler mi?
“Bu insanlardan su isteyebiliriz Federica, ama bunun karşılığında bir şey isteyeceklerine eminim.”
“Soldi?”
“Para olabilir ama fazla paraya sahip olduğumuzu sanmıyorum. Bu arada Türkçe konuşacağına söz vermiştin hani? Hani öğrenmek istiyordun iyice? Zora gelince hemen “Soldi”. Para kızım onun adı. Para.”
“Ehh! Tamam be mızikci. Gidip ister misin benim yerime simdi benim Turkce yetmes bir de kandiriverirler beni degil mi?”
“Peki bakalım.”

Karavandan indim ve çingenelere doğru gittim. Benim geldiğimi görünce müziği kesti her biri. Çalgıcı olanlardan göbekli, şişman bir çingene benimle konuşmak için öne çıktı. Sanırım çeribaşı ya da onun gibi bir sıfata sahipti bu. Selam verip konuşmaya koyuldum.

“Selamlar. İyi eğlenceler.”
“Eğlence mi ki bu?”
“Dans etmek eğlence değil mi sizin için?”
“Değil. Tabi ki değil. Bizim yaşamımız bu, yarısından çoğu müzik, gerisi göçmenlik, toprağın polenlerini dağıtmak için sürekli gitmek işte. Ne arıyorsun genç bizim aramızda?”
“Su. Suya ihtiyacımız var. çok uzun yoldan geldik ve daha çok gideceğiz. Suyumuz bitti ve bir bakkal görene kadar sizden az biraz su alabilirsek çok güzel olur.”
“Paranız var mı?”
“Az çok. Şu kadar verebilirim.”
Avuçlarımdaki bozuklukları gösterdim. Çeribaşının yüzünde garipsemiş bir ifade oluştu.
“Bizde su yok. Ama size onun yerine bu para karşılığında bir şişe şarap verebiliriz.”
“Imm. Susuzluk gidermek için biraz kötü bir yol olabilir ama bakkala kadar ağzımızı çalkalamış olmamız bile bizi biraz dinçleştirecektir.”
“Peki, ver bakalım onları.”
Bozuklukları almak için elini uzattı. Kendimi kazıklanmış hisseder bir şekilde bozuklukları avucuna bıraktım ve gözlerinde kandırma içgüdüsü aramaya koyuldum.
“Yeşile boyanmış atın arabasına git. İçeri gir ve şarap için geldiğini, Kara Zurna'nın seni gönderdiğini söyle. İçerideki kadın sana şarap verecek.”
“Çok teşekkür ederim.”
Yeşile boyanmış atın arabasına doğru gittim. Bu at arabaları üstüne çadır kurulur gibi bezler gerilmiş, üçgen görünümlüydüler. Arabanın arkasına geçtim, tahta zeminden kuvvet alarak içeri doğru atıldım. İçeride on dokuz yaşlarında bir çingene kızının çıplak yattığını gördüm. O an şarabı boş verdim ve uyandırmadan tüymeye çalıştım ama çıkardığım sesler ben at arabasından dışarı çıkamadan onu uyandırmıştı. Seslendi, ona doğru döndüm. Utancımdan bakmamaya çalışıyordum ve bunun farkındaydı.
“Sen, ne istiyordun?”
“Şarap, Kara Zurna şarap almam için gönderdi.”
“Niye yere bakıyorsun?”
“Çıplaksın.”
“Bu bir problem mi? Belki senin giyinik olman benim çıplak olmamdan daha gariptir, olamaz mı? Annemin karnından nasıl çıktıysam öyleyim. Senin gibi çaputlar çekmedim üzerime. Bu bana bakılmaması gerektiğini mi anlatıyor?”
“Haklı olabilirsin.”
Kafamı kaldırdım ve çıplak vücudunu izlemeye koyuldum. Ayakları, yolların tozunu iyice yemiş görünüyordu: Su dökülünce koyu griye döneceğine emin olduğum açık gri bir tabaka ile kaplı. Teni, Güneş'e tapan Dünya'nın en aşağılarındaki toplumların altın bozması rengindeydi. Bacakları, sert ve pürüzsüz görünüyordu; bir tükürük damlasını kasıklarından bıraksam aşağı doğru kütlesinden hiçbir şey kaybetmeden inebilecekmiş gibi. Kasıkları, çok değerli bir hazine saklarmış gibi sıkıca kapalıydı ama bu hali onun kendi isteğiyle kapatmasından değil baldırlarının geniş olmasından kaynaklanıyordu. Beli, kıvrımlarının tamamına parmaklarımı alıştırmamı öğütlercesine şekilli, göğüsleri geniş ama ten renginden açık bir tona sahip değil, meme uçları ise kırmızı karıncaların kafaları kadar kırmızı ve parlaktı. İki göğsünün arasına bir gül sıkıştırmıştı sanırım. Ya da annesi doğduğu gün sıkıştırmıştı ve o günden beri orada bir şekilde kalmayı bilmişti gül. Görüntüsünün ıssızlığı ve masumluğu onun ilk doğduğunda da bu şekilde göründüğünü anlatır gibiydi. Uzun bir boyna sahipti, burnunuzun dolup taşabileceği kokular saklayabilecek kadar. Dudakları, yağmur yağdığında yanında ikinci bir şemsiye taşımasına neden olacak kadar geniş ve dolgundu. Gözlerini ise, kil fırınında milyarlarca yıl kavurarak renklendirmişlerdi sanki, bordonun en olgun, en zengin tonu. Ve saçları, tüm kıvrımlarına dokunuyor ve zevk alıyor gibi görünüyordu, siyahtı, dümdüzdü ve beline, belki de kıç çatalına kadar uzanmış bir haldeydi.

“Şarap mı istiyorsun yoksa bana bakmaya devam mı edeceksin?”
“Şarap? Ha şarap. Şarap güzel şey. Ben çok seviyorum.”
“Şarabı sevip sevmediğini sormadım. Şarap mı istiyorsun?”
“Evet, bunun için geldim buraya.”
Döndü, eğildiğinde eğer gözlerimi kapamasaydım nasıl bir harikalar diyarı gördüğümü anlatıyor olabilirdim. Ama hayır, bu kadarını da görmek biraz fazla olabilirdi. Eğildi ve bir bezin altından dolu bir şişe çıkardı. Biraz sildi şişeyi. Bana doğru getirdi ve dudaklarını dudaklarıma iyice yaklaştırarak(nefesini dudaklarımda hissedebileceğim kadar) kelimelerini dökmeye koyuldu.
“Bu şarabın üzümlerini ben ezdim.” Sağlam bir yutkundum.
“ Tahrik mi oldun?”
“Bu şarabın üzümlerini sen mi ezdin? Bunda tahrik olunacak ne var yahu?” Yalandan imal bir gülücük fırlattım. Sahteliğini sezmişti.
“Tam olarak ezdiğim söylenemez. Bu şarabın üzümlerini şarap banyosu yaparak ezdim. Büyük bir fıçı içine attım kendimi işte. Debelendim; saatlerce.” Dudaklarını ısırdı. Beni öylesine büyülemişti ki öyle kalakalmıştım. Elini(bu detayı anlatmayayım), dudaklarını hafif bir öpücük için ileri itti ve pembe yerleriyle çatlamış dudaklarımı birkaç saniye kendine bağladı. İttirdim. Şok olmuştum. Şokun etkisiyle toparlandım ve şarabı kaptığım gibi yeşil atın arabasının üzerindeki çadırımsı yerden bir hışımda çıktım. Arkamdan biraz mırıldandığını duyduğumu sandım ama hiçbir ses çıkarmadığına sonra emin oldum.

Çingenelere şarap için teşekkür ederek karavana doğru seyirdim. Gülşah ve Federica uyanmıştı. Uzun zamandır o çadırdan çıkmadığımdan beni merak etmişlerdi. Neden bu kadar geç kaldığımı sordular.

“Fıçıdan doldurmasını bekledim şişeyi. İçeride yaşlı bir amca vardı. Bir görseniz nasıl şen, nasıl da eğlenceli.” Evet, yalan söylemiştim ama bu olayı onlara anlatmam, ya da Gülşah'ın öğrenmesi, bir anlık etkilenmem şimdiye kadar zar zor inşa ettiğim tohumlarını attığım ilişkimin sarsılmasına neden olabilirdi. Yüzlerine bakıp sahte bir gülümseme takındım.
“Amca mi, cingene bir amca mi? Aa, fotografini cekmek istiyorum ben. Emre ne dersin cekelim mi fotografini?”
“Yok be Federica. Gerek yok yani. Öyle sıradan bir amca.”
“Yahu Emre, neden gerek olmasın? Merak etmiş işte kız. Hem ben de tanımak isterdim yaşlı bir çingene. Eğlenceli olabilir.”
“Uykuya yattı Gülşah. Şimdi rahatsız etmeyelim.”
“Eeem, peki bakalım. Başka zaman Federica.”
“Peki bakalim Emre. Ama cok merak ediyordum. Neyse, hadi bir bakkal bulalim. Hey, o elindeki su degil ki sarap mi? Niye su almadin?”
“Suları yokmuş.”
“Eee ama Emre, karavanda kac tane sarap var biliyor musun sen? Bosune almissin onu. O la la!”
“Boşuna değil. Bu çingene şarabı yahu. Bunun gibisi bulunmazmış. Neyse hadi gidelim.”
“Gidelim bakalim.”

Karavanımız, içimdeki suçluluk duygusunu fark etmiş gibi sitemkarca Değirmendere yollarında kaybolurken, pişmanlık ve sarsılmışlık iyice içimde sıkıntı yaratmaya başlamıştı.

Eh be dostum, iki kişiye aşık olunabilir mi ki?