Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

19 Kasım 2015 Perşembe

Sondan Sonra-Yedinci Bölüm

İşkence hoş bir gelenek değil. Masumiyet karinesi olmayan bir memlekette, tam tersi suçun karinesi üzerine yürüyen bir düzende normal. Döve döve, sana “Suç bende.” dedirtiyorlar, sonra suçsuz olduğunu kanıtlamak için yıllar boyunca uğraşıyorsun, en son cezan bitesiye “Aaa, suçsuzmuşsun ya sen, boşuna yattın yıllarca... tüh!..” diyorlar. Yine de eskiden anlatılanlara göre makata metal boru sokup elektrik vermeli, fantastik işkenceler varmış. Şimdi kimse o kadar masrafa girmiyor. Benim için ise girilen tek masraf falçata, kezzap, tel, fısfıs ve tuzdu; billur tuz... markadan ne yaptıklarını çıkardınız sanıyorum.

Öncelikle seni soyuyorlar. Sonra dört ayaklı bir masaya sırtüstü yatıyorsun ve el, ayak bileklerinden bağlıyorlar. Bağlama sırasında ince tel kullanıyorlar ki, çok zorlarsan kendini, kendi kendine bedeninde yaralar aç. Derişik tuzlu su doldurdukları fısfıs her daim ateşlenmeye hazır. “Konuş.” diyorlar. Konuşmuyorsun. Önce canının çok acımayacağı noktalardan başlıyorlar falçatayla kesmeye, sonra tuzlu su fışkırtıyorlar kesiklere ve işkence başlıyor. Bileklerini zorluyorsun kurtulmak için, kesildi mi? Tekrar tuzlu su. Konuşmuyorsun. Konuşuyorsun aslında ama onların istediği yalanları anlatmıyorsun. Kızıyorlar; kulak memelerini kesiyorlar ve fıs-fıs, konuşmuyorsun; dudaklarını yarıyorlar ve fıs-fıs, konuşmuyorsun; el ve ayak parmak uçlarını kesiyorlar ve fıs-fıs, konuşmuyorsun; meme uçların, konuşmuyorsun; taşakların, konuşmuyorsun; penisinin başındalar... bülbül gibi şakıyorsun. Şakımalısın. Tuzlu su neyse, bunun kezzap versiyonlusu da var; yakar, yakar, yakar.

İlmik ilmik işlerken bedenimi tuzlu suyla onlar; konuşmadım, kezzap kötü bir seçim değildi. Ağladım ama konuşmadım. Acıdan sayıkladım ama konuşmadım. Bayıldım ama konuşmadım. En son hatırladığım, soğuk bir hücreye atılmam, karanlık ve çıplaklıktı. Kendime geldiğimde beni bağladıkları masada, önümde bir kağıt ve arkamda onlar oturuyordum.

-İmzala...
-Saat kaç?
-İmzala ulan imzala!
-İmzalamam.
-Ahmet, Emre bey adına imzalar mısın ifadeyi? Emre beyin durumu yok.
-Tabi ki amirim.

İmzalamaya yöneldi. Sesim bile çıkmıyordu artık. Yarı ölü bakışlarımla Ahmet'i süzdüm, bütün vücudum acıyordu ama odaklanmaya çalıştım. Görüntü yavaştan gidiyordu. Ahmet, masaya eğilmiş, bana bakarak “İtirazınız yoksa adınıza imza atıyorum Emre bey?” diyip gülmeye başladı. İstemsiz gülümsedim ve karanlığın gözlerimi esir almasını, beynimin fişini çekmesini bekledim.

Tekrar uyanabilecek miydim? Bundan bile emin değildim.

18 Kasım 2015 Çarşamba

Sondan Sonra-Altıncı Bölüm

-İYİ, DİNLEYİN!..BEN EMRE, BUGÜN BURADA SİZİN TUTSAĞINIZIM, YARIN ECDADINIZI SİKECEĞİM.

Bu laf ardında şiddet vardı. Şiddet sona eresiye bana serum bağladılar. Kendime gelmem ise üç gün sürdü .Sonrasında ise hücreye atılasıya tekrar sorguya alındım.

-Niye kaçtın?
-...
-Bak kardeşim. Ben şiddete karşıyım. Değil mi Mahmut?

Mahmut sorgu memuru Ziya'nın yanında gezinen bir elemandı. Anlamsız gülümsemek kariyerindeki pik noktasıydı muhtemelen.

-Yaşım altmış, g.tten elektrik vererek 200  insan öldürdüm. Yorma.

Doğruldu, voltaya meyillendi. Yüzüme dokunmak istermiş gibi elini uzatıp çekiyordu. Dayanamadım.
-Her şeyi anlatacağım.
-İstediklerimizi?
-... Gerçekleri anlatacağım.

Mutlu değildi Ziya, boynumdan kavradı beni ve tükürük saçarak bağırdı.
"İstediklerimizi anlatacaksın!"
"İSTEDİKLERİMİZİ ANLATACAKSIN!

Sondan Sonra-Beşinci Bölüm

-102,04081632653061224489795918367
-... neyin şifresi bu?

-Yüzde iki çekme kendini benden sonra yaklaşırken onlara. İki fazla, iki abartı, iki kaçmak gibi yahut kaçamak gibi.
-lan neyin şifresi bu?
-Benden olmazdı zaten, çekmeye değmez ki dayama ağzını kalemlere, yüklenme kağıtlara; bırak... bırak ben yazarım en kötü ki en kötü benimdir veya benim!dir.
-Ulan ne diyorsun?
-Ayak parmakların ayaklarına doğru çekilmesin onun parmak uçlarında değilse, hafifletmesin gülümsesini ve kesinlikle kıkırdasın. Yüzde iki daha fazla kıkırdasın. Kıkırdamak ona göre veya yakışıyor.
-Bak arkadaşım... lan anlat lan hadi...
-Temmuz, sandalyesini çekmiştim gelecek diye. Geç kaldı veya ben erken geldim; bu kısım bulanık, yine de sandalyeyi çekmiştim gelecek diye. Tamam, bira da söylemiştim. Gelmesini beklememek, kimsenin gelmesini beklememek adet gibiydi bende mevzubahis bira ise. Yorgundum.
Üzerimde neyin yorgunluğu vardı bilmiyordum, üzerimde şimdi neyin yorgunluğu var hala bilmiyorum. Yorgundum ve yorgunum. Hatırlamadığım şeylerden sebep, hatırlamak istemediğim şeylerden sebep, onunla doldurmak istediğim beyin kıvrımlarım da belki sebep; düşesim vardı.
-Emre... kardeşim ne anlatıyorsun?
-Dinleyin...
-Peki, dinleyin...

-Öpüşüverdik selam mahiyetinde, gülümseyerek oturdu. Kelebekler kanat çırpıyordu saçlarında ta karnından kaçıvermiş ve en son saçlarında tutsak kalmışlar gibiydi. Yüzüne dokunmak istedim, dokunmadım; dudakları dikkatimi dağıtmıştı. Saçlarını kulağının arkasına doğru bir yolculuğa gönderesim geldi, bilet bulamadım; elmacık kemiklerinde hayallerimi sektiriyordum. Dokunmadım ona. Ona dokunamıyordum. Karşımda bira bardağı eşliğinde kıkırdarken, gülümserken, hani eskiler ne der, cilvelenirken ben durup da dinlemelerdeydim. Kaşındık. “Başka bir yere mi gitsek?” dedik. Hangimizin ilk söylediğini (ben) belirtmeyeceğim ki biraz gizemli olsun.
-Bizden saklama. Kanundan saklanmaz.
-BEN!
-Sonra?..
-Yürüyorduk. Kadıköy'ün taş döşemeli sokaklarında geziyordu ayaklarımız. Yürüyesiye... beli geldi aklıma. Elimi belinin soluna, hafif aşağıya, kalçasından destek alacak vaziyette atmak için yanıyordum. Elimi beline atmamın ama bir anda aramızdaki ilişkiyi değiştireceğini de biliyordum. “YAP! YAP! YAP!” diye dürtüyordu kalbim; kan dolaşımını kullanarak sol kolumu.
-Çok devrik cümle kuruyor bu amına koyayım.
-Sokağın sonuna yaklaşırken, sonları sevmem ben, elim düştü beline ve bana döndü, kavradım tabi. Öpücük kondurasıya halim yüzünden bir anda dudaklarımı yanaklarının bitip dudaklarının başladığı yerde buldum. Iskalamam bir yana, arkadaşça bir öpücüğü de becerememiştim. Kafasını eğdi ve bakıştık, o altmış, ben doksan derece birbirimize bakıyorduk. Zaman yavaşladı. Bir yaprağın yere düşmesi ki normalde o an saçlarından düşse altı saniye alacak iken, üç gün sürecek gibiydi. Dudağını kaplayan nispeten ölü deri, dudağımın içindeki canlı deriye ki dudaklarım soyuluyordu; altı saatte dokunuverdi ve başladı her şey. Kadıköy cıvıldıyordu; bize özel mi bilinmez. Bize özeldi sanırım, o sokaklarda zamanın yavaşladığına ilk kez tanık oluyordum.
-Sonra?..
-Onu son gördüğümde, içimdeki en büyük istek beraber solun sonunu anlatan bir belgesel izlemekti. Niye bilmiyorum. İyi değildi. Onu son kez görmüş olacağımı bilmiyordum ama yine de sarıldım ona ve hafif bir yanma hissettim akciğerin dibinde. Tekrar görüşeceğimizden kesinlikle emin olan ayakları, merdivenleri yavaş adımlarla ezdi. Osmanbey sokaklarında istikametimi bulmaya çalışırken ise aradı, fenaydı. Koşar adım geri döndüm, zıp zıp tırmandım merdivenleri ve hızla çaldım kapısını. Titriyordu. Kötüydü. Yine de beni uğurlamak istiyordu, üzülüyordu sanırım. Onu son kez gördüğümde öpmedi beni. Son kez öpüşmek hikayemizde yokmuş demek ki.
-Adam film gibi anlatıyor değil mi Kemal?
-Abi en azından 5 yıl çıkar bundan.
-Öhm... merdivenleri inerken, mırıldanıyordum. Emin değildim ama son gibi hissetmiştim. Doğru hissettiğimi anlamam zaman aldı.
-Tamam lan, yeter. Bölücü örgüt peşinde koşmanın sebebi kadın yani? İyi hal desem komik olur. Fuhuş?
-Düşünmek elim ya da zulüm değildi eskiden. Şimdi herkes düşündüğünden ve düşünceleri genelde düşünmek istememek üzerine şekillendiğinden; düşünmek elim ya da zulüm. “Cehalet mutluluktur.” cümlesini ilk kuran adam sopalık. Emin olun sopalık. Düşünürken düşünmemeyi öğretti koca medeniyete; paradoks düşkünü pezevenk, ironi düşkünü yavşak. Karşımda olsa iki tane çakardım ki sen kimsin köpek bütün soruların cevabını bulmuş gibi... “cehelet mütlülüktür.” heh öyledir. Sen mutlu olmayı düşünerek çözemedin diye... bizim kimyamızı bozmak zorunda mısın? Hayatta bir şeyin zevk verdiğini öğrenmek ve ondan sonra o olmadan yapamamak bilge geçinmek değil, bağımlılıktır. Varolmak dediğimiz bütün bilgiye hakim olmak, her şeyi yaşamış olmak değil ki, varolmak dediğimiz kendi dünyanda sadece insan olmak. Kapital bilgi felsefesini bile bozmuş. Biz de buna inandık vesaire.

Ben inanmadım mı? Yalan yok, bayrakla gezdiğim günler olmuştu. O zamanlar güzel sanatlar okuyan genç kızlara tabiri caiz ise hastaydım. Aman FSM nasıl  da sanat akıyordu dudaklarından? Yüz kere sevişirdin ama bir kere içten sarıldığını göremezdin. Göremedim. Göremedik. Yatakta basmadık yer bırakmıyorlardı tabi ki; “cehelet mütlülüktür.” mottosundan yola çıkıp bütün porno filmleri izlemişlerdi.
-Devam et.
Seks cehaletin karşıtıydı onlar için, çok acayipti. Halbuki milyonlarca yıldır sevişmek en büyük amacı olmuş bir toplumun parçasıydılar. Yine de blowjobun, türkçe ne dersiniz, deri sünnetli olduğu için blow olmaz, işçiliği yüksek yine de... dil ustalığı (burada bir kısım edebiyatçı alınmış olabilir, az yalamadınız değil. Hişş...) evet dil ustalığı diyebiliriz. Depresif, mutsuz, cehaletten tamamen arınmış bir şey onlar için. Sekste sınır tanımamak!.. ulan felsefeden nereye geldik?.. beni de bozdunuz şerefsizler.
-Jop yakın.
-Neyse, şu hayatta ama en hayvanca duyguları kendini sanata yakın hisseden insanlarla yaşadım, o da var. En normali reklamcıydı. O sıralar çok sarhoştum vesaire...
Neyse, konumuza dönelim. Önce toparlamak lazım, öküzlük var serde ve benden nefret edilsin istiyorum, ben de kendimi sevmiyorum ve nefret ediyorum, bunun ortak bir nokta yaratacağını düşünüyorum, sülalede tek zıpçıktı benim, cehalet mutluluktur lafını ilk eden kişi tam bir göttür, seksi modern insan bilgi birikimi olarak görüyor... filan. Genel başlık ne olmalı? Doğulu toplumların ilerici zihniyeti Amerika redneck'inin ötesine geçemez... nıck. Beni seks bozdu... nıck. Nefret? Nefretti mevzu.
-Sonra?
-Sonrası anca avukatla.
-Senin ben doğduğun toprağı, büyüdüğün cemiyeti domaltırım lan ne avukatı orospu çocuğu?.. anlat!
-...
-ANLAT!

3 Şubat 2015 Salı

Sondan Sonra-Dördüncü Bölüm

Biber gazı hoş değildi. Ön saflarda bulunan insanların kafalarından sekmesi, düşenin yerden kaldırılmadan sürüklenerek götürülmeye çalışması, polisin devletine vatandaşını öldürebilecek kadar bağlı olduğunu canlı canlı görmek hiç ama hiç hoş değildi.

80 yıllarında bile en azından gizli saklı yapılırdı bu işler. Meydanlarda, bütün dünyanın gözü önünde insanlara işkence yapmak darbeci zihniye bile göze almamıştı. Hapishanedeyken insana dışarıdaki siyasi gündem önemsiz geliyor. Haberimiz vardı tabi ki ama bu kadar kötü olduğunu bilseydik yakardık hapishaneleri... ufak bir topluluğa bunu yapıyorlarsa... ya iki ay önce olanlar?.. ya Gezi?





-Uyandı mı şerefsiz?
-Uyandı abicim, uyandı.
-He o zaman yaz.

Kafama şişeyi geçirdiklerinde bir taşa çömelmiş, uzaktan izlediğim kalabalığı sanki içindeymiş gibi yazıyordum.

-Hehaehaha! Naber lan yazar, katil, manyak? Bir de solcu diye geçinirsiniz, fersah fersah yalan döktürmüşsün. Ne iş?

Emre kafasını kaldıramadan, göz ucuyla karşısındaki adamın ayakkabılarına baktı. Kimdi bunlar? Kafasında uğultulu bir acı, ağzında kan tadı vardı. “Ne?” diyebildi sadece. “Nasıl?” sorusu ağzından çıkmadı.

-Emre bey, merhaba. Biz de sizi arıyorduk. Not defterine bakılırsa manita uğruna dağları yakacak seviyeye gelmişsin ama bizim bildiğimiz kadarıyla Emre Akçay böyle bir insan değil. Nasıl desem? Devlet düşmanı, milletvekili katili… çocukluk hikayen mi lan bu? He?

-Halim ağbi bak ne yazmış? “Kaçalı iki gün olmuştu ve mahalleme, Gülşah'ın yanına dönmenin erken olduğunu düşündüğüm için İstanbul'da zaman öldürüyordum. Beşiktaş semtinde, köşe başlarında, meyhane diplerindeydim. Kaçışımız ile alakalı halen bir haber görememiş olmam kafamı kurcalıyordu.” Hapishaneden kaçmış arkadaş… güya…
-Hayatı yalan!.. bu günlük neredeydi lan? Nereden buldun? Konuş!.. amına koduğumunun manyağı seni..

Derin bir nefes çekti Emre, “Ebenin amından buldum.” diye fısıldadı. Bunu duyan Halim isimli şahıs sağ elinin tersiyle Emre’nin elmacık kemiğine sertçe vurdu. 

-Yavaş yavaş gideceğiz. Haluk yaz, az biraz gerçekçi olsun bari hikayesi. 

Karşımdaki izbandut gibi adam kendilerine yardımcı olmadığım için suratıma bir tane geçirdi. Haklılardı, hayatım boyunca yalan söylemekten başka bir şey yapmamıştım.

-Selimciğim, Emre beye hayatını özet olarak geçebilir misiniz? 
-Tabi ki…
-Lütfen tarzına sadık kalalım, tadımız kaçmasın.
-Tabi ki tabi ki…

-Ben Emre, 12 Şubat 1976 yılında Zeytinburnu’da doğdum. Babam godoş bir solcu, annem muhtemelen orospuydu. 31. Aralık 1985 yılına kadar ot gibi yaşadım. O yıllarda babam orospu çocukluğunu abarttığı için kayboldu. Bu kayıp canımı sıktığı için 29 Ekim 1992’de babamın silahıyla dönemin dışişleri bakanı Rasim Erdoğdu’yu geçit töreninde vurup kaçtım. Polis beni üç saatte yakaladı ama silahı bulamadılar. Mahkemede sürekli Gülşah isimli bir kızdan bahsettim ama kimseyi deli olduğuma inandıramadım. Yaşım 18’den küçük olduğu için 15 sene hapis cezası aldım ama 2001 yılı Ocak ayında Genel Af sayesinde özgürlüğüme ve şerefsizliğime geri döndüm. Orospu çocukluğu bu ya bu sefer de yine dönemin dışişleri bakanı olan Erdoğan Soru’yu metresiyle birlikteyken basıp öldürdüm. Mahkemede yeniden Gülşah isimli bir kızdan bahsettim, yine kimse inanmadı. Ta ki 2004 yılına kadar… bir gün koluma tırnaklarımla Gülşah yazmaya karar verdim. Planım bunu gören birilerinin yukarıya haber uçurmasıydı. Bir kısım şerefsiz solcunun da devreye girmesiyle planım tuttu ve o günden sonra bir akıl hastanesi tarafından misafir edildim. 2013 yılı Haziran ayı sonunda ise akıl hastanesinden “Artık manyak değilim.” diye ayrıldım. Bu sefer planım, başbakanı öldürmek!..

Emre’nin gözlerinden iki damla yaş süzüldü ve başını kaldırıp Halim’in gözlerinin içine baktı, kızmış görünüyordu. “İsyan değil şarap şişesi sektirmek; biat!” diye bağırdı. 

-Sonra?

“Haşin ya da canlı değil kırmızı… gerçek.” diye mırıldandı. 

-O zaman buyur Emre bey, kulak kestik dinliyoruz. Nedir gerçek?

...

31 Ocak 2015 Cumartesi

Sondan Sonra-Üçüncü Bölüm

Sondan Sonra-Üçüncü Bölüm

Kaçalı iki gün olmuştu ve mahalleme, Gülşah'ın yanına dönmenin erken olduğunu düşündüğüm için İstanbul'da zaman öldürüyordum. Beşiktaş semtinde, köşe başlarında, meyhane diplerindeydim. Kaçışımız ile alakalı halen bir haber görememiş olmam kafamı kurcalıyordu.

Sahile inmiş, martıları izliyordum, temel amacım tabi ki bu değildi ama o an bu temel amaç için herhangi bir çaba içinde olmadığım için bu doğrudan ne yaptığımı söylemek daha mantıklı geldi. Vapurdaydım, Kadıköye gidiyordu vapur ve bu yolculukta bahsi geçen metal yığınına eşlik etmeye karar vereli otuz dakika olmuştu.

Barakhanemden çıkarken aslında planım bu değildi. Beyoğluna gidecek, yalnız hallerimle bira şişeleri yuvarlayacak, yuvarlamadan önce içindeki içmemiz de gerekiyor tabi biliyorsunuz, sonra da inime geri dönecektim. Bu fikir kafamın bir kenarında tutuşturulmuş bir şekilde, Fooled Around and Fell in Love dinleyerek Beşiktaş-Taksim dolmuşlarına ilerlerken yanımdan dört tane BJK formalı genç geçip gitti. Dönüp arkalarından baktım, neden? Tabi ki Beşiktaş semtinde gezen Beşiktaş taraftarı görmek çok acayip bir şey değildi ama zamanlaması manidar geldi. Lig biteyazmıştı, Beşiktaşın herhangi bir iddiası kalmamıştı, maçı da yoktu. Cep telefonundaki saate baktım, zamanım vardı... hapishane kaçkınlarının zamanı inanılmaz boştur; öyle böyle değil. Merak, onları takip etmeye itecekti beni. Gel dedim Merakıma, tuttum elinden ve takibe koyulduk; karşıdan karşıya geçmemiz gerekecekti.

Dediğim gibi semtin içinde formayla gezmek normal ama bu çocuklar semtin içine doğru değil, dışına doğru yönelmişti. Karşıya mı geçeceklerdi? Anadolu yakasında oturduklarını düşündüm. Yine de bu tarafa, formayla gezmeye geldilerse eğer bu kadar erken dönmemeleri lazımdı. Saati merak ediyorsunuz biliyorum, öğleden sonra dört civarlarında anlaşalım. Çocuklar hızlanmışlardı. Merak büyüdü, yanına hayatınızda ne zaman güzel ya da kötü bir şey olacaksa olsa oluşan O Garip Hissi de aldı ve elimi bırakıp çocukların peşinden koşmaya başladılar. Merakımın artık bana ihtiyacı yoktu. Gurur sebepli titreyiveren yüreğimin dürtmesiyle ben de kendimi koşar halde buldum. Her ne kadar büyümüş de olsa benim için hala çocuk sayılırdı Merak ve O Garip His ile beraber benden kaçmalarına izin veremezdim. Baba olunca siz de anlarsınız, eminim.

Kadıköy vapuruna doğru gidiyorlardı. Gişedeydim, hızla geçtim. Görevli kapıyı açık tutmaktan sıkılmış, vapura yetişmeye çalışan insanlara el ederek daha çabuk olmalarını istiyordu. Göz göze geldik, “Hadi .mına koyayım, hadi!” bakışını yakaladım ve bu beni biraz kırdı. Ben daha çok “Hadi kardeş, işimiz gücümüz var.” bakışları bekliyorum bu tip anlarda, ne bileyim. Vapura kendimi atmamla akciğerlerimin bir kısmını ellerimde bulmam bir oldu. “Yine de güzel.” dedim. Her ne kadar yıllar bedenin ani hareketler için kapasitesini düşürmüş olsa da hala vapur yakalayabiliyordum. Bir süre Merak ve O Garip His arkasından izleyiverdim çocukları. Beşiktaşlı gruplarını on kadar hangi takımın taraftarı oldukları belli olmayan on kişilik başka bir grupla birleştirmiş, tarafsızlaşmışlardı. Bir Beşiktaş taraftarı olarak bu ne kadar kalbimi kırsa da Merak ve O Garip Hissin dikkatlerini üzerime çekmemek için sesimi çıkarmadım.

Ve işte martıları izliyordum. Vapurun kıç tarafında, elimde sigara; bulutları arkalarına almış, ekmek peşinde koşan, beyaz ve tüylü yaratıklara kaçamak bakışlar atıyor; çay yudumluyordum.

Vapur aheste aheste iskeleye yanaşırken; sigara, çay molamı bitirmiş, genç güruh ile aramdaki mesafeyi kapatmıştım. Vapurdan inmek için yığınlar halinde çıkış noktalarında kümelenmiş İstanbul insanlarının arkasına sinmiş; Güruh, Merak ve O Garip His beni fark etmesin diye uzaklara bakıyordum.

Müzik çalan teknolojik aletim "Take Me to Heaven" diyordu. "Teknoloji bile başka bir dünya hayali kuruyor" diye geçirdim içimden. Ardından ise Türkçe bir şeyler duymak istediğimi hissedip tek bir hareketle klasör değiştirdim. "Ben kimleyim?" isimli şarkıyı mırıldanmaya Mavi Sakal. Durumuma uyduğunu düşünüp gülümsedim. Müzik aletim, on sekizine yeni basmış bir genç kız gibi hissettiriyordu beni. İnsanların hareketlendiğini fark edince hemen bu düşünceleri savuşturdum ve kendi kendime biçtiğim fantastik görevime geri döndüm. Güruhum birer birer vapurdan iskeleye atlamaya başlamıştı.

Çiçekçileri geçip kavşağa geldik, takipteydim; kavşaktan zıplayıp dört yola doğru devam ettik, takipteydim. Sonunda yol bitti, onlar boğa heykelinin önünde kümelendiler ve ben de uzaktan izlemeye koyuldum. Güruh büyüyordu. Pankartlar çıkmaya başladı. Bir megafon gördüm; yanlış anlamayın, jetonum düşeli takriben beş dakika olmuştu. Bu kelimeyi hala kullananın olup olmadığından pek emin değilim. Yaklaşık olarak diyelim... tahmini de olabilir. Her neyse, bu beş dakika süresinde eyleme dahil olup olmamaktı aklımdaki mesele; bahsetmediğim için üzgünüm. Sebeplerini sıralarsam: Öncelikle yeterince kalabalık değillerdi, karşılarında aynı hızla kümelenen polis sayılarını neredeyse ikiye katlıyordu. Ayrıca uzaktan gördüğüm kadarıyla eylem için gerekli hazırlığı yapmamışlardı, maskeleri yoktu; konumu ele alırsak, kaçmak zorunda kalırlarsa dağılacaklardı; biber gazına maruz kalmama ihtimalleri, herhangi bir memleketim takımının şampiyonlar ligi şampiyonu olma ihtimalinden bile düşüktü. Ve son olarak, giyimlerini göz önüne alırsak çoğu eylem sonrası Kadıköy civarında bira içme planları yaparak gelmişti. Tabi ki bira içme planlarının kötü bir şey olduğunu veya bunu hakir gördüğümü söylemiyorum. Yalnızca zor bir durumla karşılaşmaları halinde zihnen de hazırlıksız göründüklerini belirtmeye çalışıyorum. Hapishane kaçkını insanların bu tip detaylara takılması normaldir... sanırım, ve de memleketimizde eylem yapmak dediğimiz; basın açıklaması öncesi biber gazı, eğer yapılırsa basın açıklaması sonrası da tutuklamalar içeren; son derece demokratik bir şey. Yaralı veya ölü olmadığı zamanlar eylemin başarılı geçtiğini, amacına ulaştığını düşünüyorsunuz artık.

Beni katılmak yerine izlemeye iten sebepler ise pek fazla değildi: Eylemin ne hakkında olduğunu bilmiyordum ve mümkün mertebe aranıyordum... hala bir haber görememiş olsam da arandığıma emindim. Aranıyor olmamız lazımdı... koskoca hapishaneden kaçtık ne bileyim? Fark etmemiş olma ihtimalleri yüzde sıfır nokta sıfır sıfır bir... ayrıca Merak ve O Garip His ikilisi dışında tanıdığım yoktu.

Teknoloji, "Mağusa Limanı" isimli şarkıyı çalmaya başlamıştı; kulağıma... megafonun el değiştirdiğini görebiliyordum...

"Uyan Alim uyan, uyanmaz oldu
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldu"

18 Ocak 2015 Pazar

Sondan Sonra-İkinci Bölüm

Karanlık, ıslak, çamurlu bir uğraş özgürlük; delilik muhtemel. Yorulduğumu kastetmiyorum tabi; eğlenceliydi. Yine de parmaklıklardan kaçmak için tünelde debelenmek, sonunu bilmediğin bir yolda inanç ve korkuyla el ele ilerlemek ilginç.

Işığı görmeden önce boğulmanın eşiğindeydik. Nefesimiz yetmediği için ciğer doldurma işini sıraya bağladık. Az kalmıştı özgürlüğe… belki… galiba…

Son mektubunu hatırladım sonra…

“Küçük bir korku kaplıyor havayı; dumana inat. Bir hayal sarılıyor toprağın dibine; isyana karşı. Yemen yanıyor dilin elinde; Yemen yanıyor yamanların düşünde.

Gidenin gelmediği diyarlara ait bir hikaye yazıyor eli yazarın; kaybettiği öykülere ait, basit ama manalı, güzel ama çirkin, soğuk ama kaynar. Bir kadın çığlığı salgılanıyor Yemen Dağları eteğinde ve bir gitarist tapıyor notalara kaybetmemek üzere. Ne, nasıl, niye? Kimse sorgulamıyor. Kimse sorgulamıyor olanı ve herkes aynı yere bakıyor; herkes geleceğe bakıyor, herke doğru adamın doğru lafında hipnoza yelken açıyor. Her şey bir tını, her şey bir ahenk, her şey bir mesai oluyor geçmişin ardında kalan bilinmeyen nefes sebebiyle.

Bir kadın var, bir kadın, her şeyin peşinde alev alev koşa duran bir kadın. Ne yan arsa yansın aynı şarkıyı söylemeyi, aynı şiiri okumayı, aynı şekilde yaşamayı bırakmayacak, gururlu bir kadın. Eriyor dağlar önünde, eriyor gökyüzü ölümün başarısız nefesinde, eriyor gökyüzü notalarda sahipsiz, eriyor gökyüzü bilinmeyen şarkılarda, eriyor gökyüzü sesinde şairin. Eriyor gök! Eriyor gökyüzü! Kimse mana veremiyor bu eyleme! Kimse bir kelime daha edemiyor sonuna toprağın... kimsenin işi değil yaşamak, kimsenin harcı değil hayal kurmak, kimsenin peşinde değil Muş'un yolu, kimseni korktuğu değil Dersim artık, kimse söylemiyor kötü şarkılar karşıdaki hakkında! Biliyor herkes artık, içerisi, dışarısı, karşısı, yandaşı, gitarı, sazı, darbukası, davulu; hepsi aynı inancın mahsulü. Biliyor herkes nerede bitecek kavga; bittiği zamana dolacağı zaman sevda. Tekrarları kafasına takmış bir şairin dilinden aktarılıyor her kelime arsızca geçmişin dibine; kimse kaybetmiyor içindeki sevinci, kimse inanmıyor gücüne paranın, kötünün, zorbanın! Yok oluyor Nazım'ın hayal ettiği geçmişte İstanbul'un, yok oluyor Veli'nin deliliğinde şiirleri İstanbul'un, yok oluyor Karaca'nın dilinde melodileri İstanbul'un ve karışıyor buralar Marmara'ya, karışıyor buralar geçmişine İstanbul'un, karışıyor Altınboynuz Kalderon'a, karışıyor mesafeler mesafelere; kimse inanmıyor!

Aslında, kimse inanmasın; burada Gülşah… o bildiğiniz Gülşah, can sıkıntısıyla şeytanlara karışıyor...

Burada kayboluyor bütün melodi Emre, burada yıkıyor tüm inancı kaybolmuşluğun. Burası tam yeri savaşın, burası tam yeri barışın, burası anlaşmaların dibi, burası pazarlıkların muzdaribi, burası çılgınlığı özgürlüğün boşa peşinden koştuğu, burası tanrı'nın, burası var olamayan, olmayan, olamayacak olanın, burası çirkin kraliçe, burası başarısız kral, burası evrene karşı; zaman dahilindeki en büyük inkar.

Ben istiyorum ki kaybolsun bütün geçmiş ellerimizin içine yuva kurup, ben istiyorum ki inanmayalım artık bizim sahibi olmadığımız tanrılara, ben istiyorum ki artık ölmeyelim inanmadığımız şeyler uğruna, ben istiyorum ki yakalım da şu Dünya'yı, görelim kim yanıyor kim yanmıyor aşk uğruna... ben istiyorum ki inandığımız bütün savaşlar bitsin ilk tereddütümüzde, ben istiyorum ki beleşe inanç çalanları asalım kendi idam araçlarımızın içinde.

Sana yazılan bir mektup seninle alakalı olmalı; biliyorum. Bu da biraz bizimle alakalı aslında; kaçıp görmediğimiz şeylerin büyüsü sebebiyle döküldü bu basit kelimeler buralara. Biliyorum, bilinen bir şeyden, sana karşı duyulan özlemimden mesela burada bahsetmek yanlış. O yüzden genişinden giriyorum bütün evrenin. İnandırmaya çalışıyorum bütün evren, bütün bu basit evren bizim. Biliyorum, kelimelerim pek kalıba sığmıyor; ama inan bunlar dandik bir piyano notasında bile kendilerine bir kalıp bulup hale ayak uydurabiliyor.

Bilmiyorum erken mi yoksa geç mi kaldım? Ne desem boş ama; biliyorum şunu desem, şu kelimeleri desem mutlu olacaksın. Biliyorum şu kelimere inanarak dile getirdiğimde kendini güzel hissedeceksin...

Seviyorum seni... bütün üç noktalara rağmen. Ki bu güzel şey; sanırım.

Ki bu güzel şey Emre; Yağmur, sanırım...

Yağmurum ol boşluğa düştüğüdümde…”


Geliyorum  Gülşah. Geliyorum. Bize geliyorum. Bizim için, toprağın içinden geliyorum...

10 Ocak 2015 Cumartesi

Sondan Sonra-Birinci Bölüm




Sondan Sonra-Birinci Bölüm



Aradan yedi yıl geçti. Bu cümleden olayların nasıl geliştiğini anlamışsınızdır. Aradan yedi yıl geçti. Saatin öneminin olmadığı bir yerde havanın kararmasını bekledim, yedi yıl. Hatamı özümsemeye, büyümeye çalıştım. Karanlıkla dost oldum, aptallığıma yandım da durdum. Aşkın bile rengi değişti yedi yılda... özgürlük diye sayıklayıp duruyor hatıralarımda. 

Yıl 2000, deprem sonrası, hapishanedeyim.

...

Bir şeyi yapsam mı yapmasam mı diye düşündüğüm anın veya anların sonrasında, yaptığımda onu şimdiye kadar hiç ama hiç pişman olduğumu hatırlamıyorum. Öncesinde, niyeyse insan; kendini tutmaya çalışırken, geri adım atmayı düşünürken; pişman olacağını sanıyor. Çok mantıksız, dediğim gibi pişman olmuyorsan, olabilecek bir durumda da değilsen, eninde sonunda da onu yapacaksan zaten niye böyle düşünüyorum ki? Niye böyle düşünüyorsun ki? Niye böyle düşünüyoruz ki? Çevremiz mi etkiliyor bizi böyle? Bütün geri adımlarımız aslında başkalarının adım atmadıkları zamanların, cesaret edemedikleri anların yansımaları mı acaba? Aslında asıl pişmanlık, yani yapamamaktan kaynaklanan sanki yaptığının sonuçlarıyla yer değiştiriyor aklında. Toplumun kendi psikolojik çıkmazlarında oluşturduğu duyarlılık, minik oyunlar oynuyor bize. Bu bir açıdan güzel, çünkü böyle bir şey olmasaydı, bu konu hakkında farkındalık edinip bunu anlatamayacaktım muhtemelen. Bir açıdan da kötü, ne kadar uzaklaşmaya çalışsan da bir şekilde benzemeni sağlıyorlar demek ki.. hainler.. sevdiklerinden yapıyor da olabilirler.

...


Saatin öneminin olmadığı bir yerde havanın kararmasını beklemek manasızdır. Ama bugün değil, bugün gecenin de, karanlığın da, saatlerin de, dakikaların da, saniyelerin de ayrı ayrı önemi var. Özgür insanın sevdasıdır zaman, özgürlük uzak değil, özgürlüğe sadece bir iki saat kaldı. Özgür insanın sevdasıdır zaman, özgürlüğümüz dört nala, özgürlüğe sadece bir iki adım kaldı.

İçeriye girdiğim gün, içeri girmem gerekiyordu. Sevmeyi filmler yerine yaşayarak öğrenmeyi seçmiştim ve bir hata... bir hata... yalnızca bir hata... ilginç gelebilir ama özgürlüğün ne olduğunu, umudu, yaşamayı, sevmeyi vesaire burada tekrar öğrendim. Hem de insanlardan değil; sadece ondan: bir iki mektup ve fotoğraftan. Tahmin ettiğiniz gibi: Gülşah. Bunca kavganın, gürültünün ve acının içinde, gülümsemeye, düşünmeye ve hayal etmeye başladım tekrar; onun sayesinde. Hatalarımı gördüm, niye acı çektiğimi anladım, nasıl daha iyi olabileceğimi çözümledim ve hepsini dediğim gibi bir iki mektupta, bir iki fotoğrafta...  artık yeter, çıkmam lazım, çıkmak için sabırsızlanıyorum sanırım.


Buraya ilk geldiğimde uzun süre hücrede kaldım. Hücre cezam bittiğinde ise artık yaşamamın manasının kalmadığını ve ölümün müebbetten çok daha iyi bir seçenek olduğunu düşünmeye başlamıştım. Hapishanede ölmek için bir sürü yol vardı ve ben kendimi asmayı seçmiştim; eski moda ama başarısız olma ihtimali düşüktü.

Daha ilk denememde gardiyan Mustafa'ya yakalanıp hapishane doktorunun karşısına çıkarıldım. Önce doktor biraz hırpaladı, sonra gardiyanlar. Ama kararlıydım, yaşamaktan ümidini kesmiş bir adamı döverek durdurmak imkansızdır. Bir daha denedim ve tekrar yakalandım ama bu sefer doktora götürülmeyip doğrudan hücreye atıldım. Bir süre daha hücrede kalmanın bana iyi geleceğini düşünmüş olmalılar.

İkinci hücre maceramda benimle ilgilenen tek kişi Mustafa oldu. Sürekli soru sorup canımı sıkıyor ve cezamı iyice çekilmez hale getiriyordu. Bir süre sonra, yani sorularına cevap alamamaya başlayınca bana ailesini, çocuklarını anlatmaya başladı. İnadımı kırmaya, benimle dost olmaya çalışıyor gibiydi. Bunların hepsini suçluluk duygusuyla yaptığını fark etmem uzun sürmedi ve bir şekilde muhabbet etmeye başladık ve bu halde geçen bir iki günün sonunda bana doğru bir zarf uzattı; onun yazdığı mektubu...

Pek ışık almayan hücrenin içinde, bir elimde Mustafa'nın verdiği çakmak, bir elimde sigara, ilk kez okudum mahkumluğuma mektubunu.

O günden bugüne kadar mektuplaşmaya devam ettik. Aşkı geçtik sanırım, meşke döndük. Sevgisinden emindim, o zaten... biliyorsunuz... gün geçtikçe zihnim özgürleşti, yaşama sevincim geri döndü. 


İki ay önce hapishanedeki arkadaşlarım dışarı çıkmak için bir plandan bahsettiğinde ise balıklama atladım. Beni yaşama bağlayan kadınla tekrar bir araya gelme şansı, onu görme, onu hissetme, ona en azından bir kere daha dokunma hayali aklımı başımdan almıştı. Ve şimdi bulunduğum konuma bakın, elimde kağıtlar, dışarıya çıkmak için zaman öldürüyorum. Dışarıya çıkacağım, çok az kaldı, son kelimemle özgürlük arasında en fazla bir saat kaldı. En fazla bir saat...

Şimdi hazırlanmam lazım, onun yanına gidene kadar durmayacağım. Emin olun, az kaldı, hem özgür, hem de onunla olacağım... son sanmıştım... yanılmışım... anlatacağım...