Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Eylül 2008 Cumartesi

28.Bölüm




26 Haziran


Güneş, camdan masum bir kız çocuğu gibi süzülmesine rağmen içimizi yakmaya yetecek kavrukluğu salgılamaktaydı. Yol, lastiklerimizin altında, torunun topuk darbeleri ile yoğrulan bir büyük anneyi andırmakta ve Güneş'in patavatsız kavrukluğuna yaşlılığı dolayısıyla kucak açmakta hiçbir mahsur görmemekte idi. Priapos'un evine doğru yaklaşıyorduk; üzümün, şarabın, bağın ve bereketin tanrısı. Federica yaklaşmakta olduğumuz belde için, Priapos'a gönderme yaparak şunu söylemişti: “Buraların kralları ariler ve balikcilerdir. Huzuru temsil eder Priapos. Buralarda çok rahat edeceğiz biz. Kötülükler ve nefretler gidecek ve müstehcen siirlerle sarilacak etrafimiz. Karabiga, balikcilerin baskenti!” Federica son kelimesini ağzından kaçırdığında Karabiga'ya girdiğimizi anlatan tabelayı gördük.

Karabiga'ya hoş geldiniz.

Ve Karabiga'ya giriş yaptık. Bu arada, merakınızı gidereyim de rahatlayın; Gülşah'ın kafamı yarma girişiminden sonra geçen zamanın tamamında Gülşah ile aynı masada olsak bile konuşmayı becerememiştik, ve halen aramızda bir soğukluk söz konusu idi. Birkaç kez içinden homurdandığı kelimeleri saymaksak benim ile alâkalı hiçbir kelimeyi cebinden çıkarmamakta ve iletişimsiz bir halde yaşamına devam etmekte kararlı görünüyordu. Ben de hala bu olayı derinlemesine kurcalayacak cesareti kendimde bulamamıştım. İşte Karabiga'ya kadar geçen zaman böyle boştu.

Karabiga'ya, Bereket Tanrısı'nın evine iyice girdiğimizde, yani sahile vardığımızda Federica karavanı durdurarak sahile doğru koşmaya başladı. Federica'nın bu ani hareketi Gülşah ve beni meraka sokmuştu, hemen Fede'nin peşinden zıpkın gibi fırladım; ama Gülşah kızımız tribine sahip çıkmak ile meşgul olduğundan merakını bastırdı ve bana katılmadı. Ben ise Federica'nın gözden kaybolmamasına özen gösterecek hızda koştum ve kendisi bir ağacın altında durduğunda adımlarımı yavaşlatarak yaklaşmaya devam ettim. Federica, yüzüne bir kutu çikolata görmüş beş yaşında bir kız çocuğu gibi bir sırıtış takmış şekilde uçsuz bucaksız Karabiga sahilinin nefesini koklamakta ve düşlerini kıçlarına vurduğu küçük tokatlar ile kendisinden uzaklaştırıp denizin tatlı dokusuna değmeye zorlamakta idi. Derin, bahsedilmesi gerekecek kadar derin bir nefes aldı. Dudaklarını açtı ve Latince birkaç kelime serbest bırakarak bağ tanrısı, şarap tanrısı Priapos'a saygısını vurguladı. Deniz, dalgalarını sanki bu lafları duymuş gibi kabartmış, rüzgâr şiddetini küçük Priapos şiirlerine hitaben yoğunlaştırmış ve toprak, yaydığı muhteşem kokuyu burunlarımızın en koku değmemiş noktalarına hissettirmek için derinleşmişti. Duraksadım. Federica'ya yaklaşmayı bıraktım ve rüzgârı dinlemeye koyuldum. Bir keman kadar insancıl melodiler boşalıyordu.

“Emre, icin disina cikti mi senin de? Burasi onun evi kuzum, tabi simdi pek kimse bilmez, hatta gelecekte hic kimse bilmeyecek, yalanlanacak, unutturalacak ama biliyor musun burasi Priapos'un evi. Burasi Pan'in siginacagi. Burasi Zeus'un kacamak noktasi, burasi Afrodit'in gizli mabedi. Burasi Lapseki dostum, burasi Lapseki. Ve siz burasinin anlamini unutmamis olsaydiniz burasi hala sarap ve bag kokuyor olecekti. Utanmalisiniz.”

“Emre, için dışına çıktı mı senin de? Burası onun evi oğlum, tabi şimdi çok azımız biliyoruz, hatta gelecekte bu az miktarda kişi dahi tarih olacak, yalanlanacak, unutması sağlanacak. Ama bil ki Emre, burası Priapos'un evi. Burası Pan'ın sığınağı. Burası Zeus'un kaçamak yaptığı yer, burası Afrodit'in gizli mabedi. Burası Lapseki oğlum, burası Lapseki. Ve biz buranın anlamını unutmamış olsaydık burası hala şarap ve bağ kokuyor olacaktı. Utanmalıyız.”

Gülşah, uzun süredir benimle konuşmayan Gülşah, konuşmaya karar vermiş gibi uzun cümleler kurmuş ve elleri arkasına bağlı, hafif utangaç duran bir halde denizin sonsuzluğuna bakıp çenemin ezemeyeceği kelimeleri beklemeye koyulmuştu. Afallamıştım. Geldiğini bile fark etmemiştim biliyor musunuz? Hafif yutkundum, titrediğimi hissetmeme rağmen kendimi teselli ettim ve tüm gücümle beynimi kaşıklamaya, Gülşah'ın önüne, belki de son şansım dahilinde, boşaltmaya başladım:

-Ben...

11 Eylül 2008 Perşembe

27. Bölüm



22 Haziran 1992 Saat 9.30

Federica'nın dürtmesiyle uyandım o sabah. Tepemde, Güneş'in yüzüme vurmasını kesecek şekilde durmuş bana bakıyordu. Yavaşça doğruldum. Masaya doğru yöneldi, oturdu ve bir sigara yaktı. Kalktım ve gerindim. Gözlerim kot pantolonumu arıyordu. Bulamadım ve Federica'ya sordum.

“Pantolonumu gördün mü Federica?”

Sigarasını sömürdü ve bana sert bir bakış attı ama hiç konuşmadı. Bir şeyler olduğu yüzünden okunuyordu sanki. Karşısına oturdum, sigara paketinden bir tane aldım ve yavaşça yaktım. Gözleri hafif kırgın bir sinirliliği temsil ediyordu. Sigaramdan güçlü bir nefes çekerek ne olduğunu sordum.

“Ne mi oldu? Ne mi oldu? Asil sen söyle ne oldu? Gülşah yok Emre! Gitmis. Anlat! Ne yaptiniz dün gece? Ne oldu o kiza?”

“Emm, dün kavga ettik biraz. Sanırım çingenelerden biriyle muhattap olmuş ve çingeneler ona benden bahsetmiş.”

“Seni tanımıyor ki cingeneler canim.”

“Tabi ki beni tanımıyor da çingeneler. Hani, şarap almıştım ya ben onlardan. Hani bir arabaya girmiştim.”

“Eee guzum?”

“Eeesi, o arabanın içindeki, şarabı aldığım kız emm. Para karşılığı erkeklerle beraber oluyormuş. Gülşah da bunu öğrenmiş.”

“Nee, orospuyle mi yattin sen?”

“Hayır... Ama öyle anlatmamışlar sanırım. O da buna kızmış işte dün gece. Fena patladı. sonra gideceğini söylemişti. Ve gitmiş sanırım değil mi?"

“Nereye gider ki bu kiz? İstanbul'a mı dönecek yahu? Yakalayalim, anlatalim böyle böyle diye. He guzum?”

“Kocaeli Otogarı'na gitmiştir büyük ihtimalle. İstanbul'a sık otobüs kalktığını düşünmüyorum. Yakalayabilir miyiz sence?”

“Yakalariz tabi. Ben bu karavanle ne sinavlara yetistim tam zamaninda biliyor musun? Gidelim hemen hadi!”

Federica acele ile direksiyona geçti, ben de yanına tabi. Değirmendere sahiline veda etme zamanımız artık gelmişti. Motoru çalıştırdı ve yola koyulduk ama yüz metre gidemeden arabanın tavanına birisinin ya da bir şeyin vurduğunu farkettik. Hemen arabayı durdurdu, indik ve karavanın tepesinde Gülşah'ın olduğunu gördük. Kızgın görünüyordu. Orada ne yaptığını sordum.

“Aslında seni ilgilendirmiyor Emre ama yine de söyleyeyim, senin gibi bir sapık ile aynı yerde uyumak istemiyorum artık. O yüzden buraya taşındım bu sabah. Biraz soğuk olabilir ama en azından sapığın teki yok. Bundan sonra da burada yatacağım.”

“Bak Gülşah, sana ne dediler bilmiyorum ama ben...

“Sen, evet sen, daha ilk fırsatta o kadar aşk namesi çeken o çocuğun bana aslında sapığın teki olduğunu gösteren sen. İlk fırsatta, hayatının aşkı olduğunu söylediği kız ile aynı yolculukta olmasına rağmen başka birinin...
Off. Siktir git Emre. Ben artık burada yatacağım.”

“Ama Gülşah, öyle değil. Yani ne işim olur benim öyle şeylerle yahu. Şarap almak için gittim ben oraya.”

“Ve öpüşmeye başladınız?”

“Ve beni öptü, savunmasız yakaladı. Ben onu öpmedim ama. Ben onu...

“Sen onu öpmedin ama o seni öptü? Bir kıza karşı kendini savunamadın mı? Ah canım?”

“Ama çok şaşırmıştım. Yani, çıplaktı...

“Çıplak mıydı? Çıplaktı ha bir de?”

Karavanın üstünde iyice zıvanadan çıktığını hissettim. Sonra, daha önce karavanın üstüne bu an için istiflediğini düşündüğüm taşları alıp tek tek bana doğru atmaya başladı. İlki göğsüme geldi ve çok acıdı. Kucağında o taş gibi bir çoğu olduğunu gördüm ve kaçmaya başladım.

“Çıplak kızlardan kaçma ama benden kaç! Al bakalım. Öküz, öküz! Kendi aşkına bile saygı duymayan sıpa! Al bakalım!”

Attıklarından hiçbirini tutturamamıştı. Bir ağaç gördüm ve arkasına saklandım.

“Bak Gülşah, bir dinlesen yemin ediyorum yani?”

“Öküz! Bir de dinle diyor! Al bakalım!”
...


Gözlerimi karavanda açtım. Gülşah ile Federica başımda idi. Federica kafama soğuk komplex uygulamak ile meşgul ve Gülşah ise kolları bağlı, sinirli bir halde, ayakta durmaktaydı. Benim uyandığımı görünce yatağa doğru geldi ve birden bire elini kaldırıp vuracakmış gibi yaptı. Ben de tabi korkup ellerimi savunma pozisyonuna soktum, ama vurmadı. Sonra sinirli bir şekilde sigarasını içmeye devam etti.

“Federica ile konuştuk. Seni uzun süre affedemeyecek olsam da beraber yolculuk etmemizde bir engel yok şimdilik. Ama bir süre benim yanıma yaklaşma Emre. BİR SÜRE BENİM YANIMA YAKLAŞMA!”

Gülümsedim. Federica'nın elini sıktım. Sevindiğimi farketmişti. Gülşah ise sigarasını hızla bitirdi, Federica'ya biraz dolaşacağını söyledi ve karavandan indi. Federica saçlarımı okşamaktaydı.

“Ah be Emre! Ne inatci kizmis bu. Bir saat dil doktum biliyor musun?”
“Eee, gitmiyor mu yani?”
“Gitmiyor. Ama sana halen kizgin. Niye öpuyorsun sen de oyle herkesi esek sipasi?”
“Ya, emm... Neyse be Federica, gitmiyor ya, kalıyor ya. Düzelir değil mi herşey kısa zamanda?”

Ve gülümsedi Federica.
Ve gülümsedim.
Ve gülümsedi Güneş.
Ve gülümsedik...