Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Haziran 2008 Cumartesi

17.Bölüm



16 Haziran 1992. Geçen bir yıl ile alakalı pek bir şey anlatmayacağım çünkü lise iki boyunca İtalya'da idim ve Gülşah ile hiç görüşemedik. En son konuşmamızdan sonra kendimi çok kötü hissetmiştim ve yaz biter bitmez okula dilekçe vererek İtalya'ya gittim. Ben Türkiye'de yokken CHP yeniden kurulmuş , Deniz Baykal isimli genç bir siyasetçi CHP'nin başına geçmişti. Ben ise çok şaşırmıştım Ecevit yerine başka birisine CHP'yi emanet etmelerine. Ne de olsa CHP ülkenin tarihinin en önemli partisiydi ve cumhuriyet rejimi ayakta kaldıkça konumu her zaman çok mühim olacaktı. Her neyse , siyaset hep aynıydı işte memleketimde, şaşırtıcı ve umutsuzlukla süslenmiş. Bu yüzden siyasetten daha fazla bahsetmeyeceğim.

Atatürk Hava Limanı'nda uçaktan inip İstanbul'a ayağımı dokundurduğumda, onu ne kadar özlemiş olduğumun farkına vardım. Yaz gelmişti memleketime. Hala soğuk olmasına rağmen, İstanbul insanları, batı dikimi mayolarını kıçlarına geçirip, şimdiki gibi(yirmi birinci yüzyıl) kirli olmayan Marmara'nın kıyılarına akın etmiş, karpuzlar kesmiş, peynirler çıkarmış, rakılara buzları hazır etmiş, yazın gelişini kutlamaya koyulmuşlardı. Hemen evime dönmeyi seçmemiştim ben de. Biraz Yeşilköy, Yeşilyurt civarında dolaşacak, sahilleri gezip insanları izleyecektim. Yeni bir merak edinmiştim İtalya'da, şiir. Pek yazamıyor olsam da yazmaya çok çabalıyor ve hiçbir fırsatı kaçırmıyordum. Şimdi ise Yeşilköy bana, şiire alaturka bakmamı öğütler gibiydi, asi, cahil, ama sevimli.

Ellerinde karpuz kabuklarına tutunmuş çeyrek ay şeklindeki sulu karpuz içleri ile, birbirlerinin peşinden koşuyordu çocuklar. Yüzlerinin her yanı çekirdeklerle doluydu ve dudaklarının çevresi karpuz suyu yüzünden pembeleşmiş, yeni yeni çıkmakta olan bıyığımsı tüyleri dudaklarının üstlerine yapıştırmıştı. Ben de böyleydim bundan sadece altı sene önce. Ben de böyle koşardım. Ama benim mayom daha güzeldi sanırım. Daha erkeksiydi. (Bir ara pembe bir mayo da giymiş olabilirim ama, her neyse bu konuyu kapatayım. )

Bıyıklı, göğüs kılları beyaza vurmuş, atletli ve kısa şortlu dedeler, bir araya gelmişler, karpuz , kavun, beyaz peynirin yanına rakı bardaklarını süs olarak koymadıklarını kanıtlarcasına içiyorlardı. İçlerinden, kısa boylu sarışın olanı hafiften musiki eserleri mırıldanıyor, nakarata gelince ise hep bir ağızdan söylemeleri için elleriyle teşvik ediyordu. Ben de yaşlanınca böyle olmak istiyordum nedense. İtalya'da iken en çok bu görüntüyü özlemiştim. Oradaki dedeler bu kadar ağır, mağrur, hayatın ne olduğunu çözmüş bir şekilde duran insanlar değil, daha neşeli insanlardı. Tabi bunlar benim gördüklerim. Ama İtalya, mutlu insanları yüzünden bana memleketimin mutsuz, rakı düşkünü, mizah sever, hayata yarı yarıya küsmüş ama diğer yarısı hala savaşan insanlarını daha bir özletmişti. Buradaki dedeler, uzun süre görmedikleri torunlarını görünce gözleri dolan, ama ağladığını hiçbir zaman belli etmeyen, sarılıp alnından öpmeyi, tavla öğretmeyi, hayat hakkında dolu dolu öğütler vermeyi seven yaşlı delikanlılardı. Orada gördüğüm dedeler ise, dedeydiler işte, balığa, avlanmaya götürürlerdi en fazla. Babadan tek farkları biraz daha yaşlı olmalarıydı sanki. Hiçbir zaman buradaki dedeler gibi torunlarına rakı ikram edecek kadar arkadaş olamayacaklardı. Olmamalılardı zaten. İstanbul'u harbi İstanbul yapan, en çok dedeleriydi.

Trene bindim. Biraz daha izlemek istiyordum Yeşilköy'ü, denize giren yurdum insanlarını, sliple, etekle, mayoyla, bikiniyle, çingene cümbüşünden beter görüntü sergileyerek. Ama artık gitmem lazımdı. Geç olmuştu ve gitmem gereken uzun bir yol vardı. Annem şuan tırnaklarını yemekteydi büyük ihtimalle ve dostlarım da , bütün dostlarım da beni özlemişti. Gülşah gibi.

İtalya'da iken, Melissa Panarello adında bir ufaklığa, parasızlıktan bir süre bakmıştım. Bana sürekli Gülşah'ı hatırlatıyordu bakımını yaptığım ufaklık. Çok tatlı, zeki bir çocuktu. Daha yedi yaşında olmasına rağmen çok cin akıllı konuşmalar yapıyor, bana kadınlar için tavsiyeler veriyordu minik Melissa. En çok şu lafına gülmüştüm: “Bak şimdi , mesela ben senin sevgilinim, öpmem lazım değil mi seni? O zaman senin de beni öpmen lazım. O zaman işte aşk oluyor. Ne oluyormuş? Aşk oluyormuş. Anladın değil mi?” Tavırları, halleri çok benzediğinden ona sürekli Gülşah diyordum. Gideceğim tarih yaklaştığında annesi bir daha benim ona bakmak için gelmeyeceğimi söylediğinde ise gözyaşlarına boğulmuştu. Ne de güzel sarılmıştı bacağıma. Ağlamaktan utanan ama ağlamasını durduramayan biri gibi ağlıyordu. “Gitme Emre.” demişti İtalyanca. “fare non andare pregare Emre”. Sonra da şunu söyleyip gözyaşlarımı serbest bırakmama neden olmuştu : “Gülsah testamento perdere tu.”

Şimdi ise, eve giderken en çok merak ettiğim, küçük Melissa'nın söylediğinin Gülşah için de doğru olup olmadığıydı. Düşünmemek için elimden geleni yapıyordum ama bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Acaba, ufak Gülşah gibi özleyeceği gibi, büyük olanı da beni özlemiş miydi?

25 Haziran 2008 Çarşamba

16.Bölüm



22 Haziran 1991. G.H.W. Bush gelip gitmişti memlekete onca kavga gürültü arasında. Ağaçlar yaprakların arasından meyve fışkırtıyordu ve son dönemini yaşıyordu Yugoslavya, silahlarını kuşanmış, kana susamış çenesinin salyalarını silmekte iken. SSCB sıcağın da bastırmasıyla iyice dağılmaya yaklaşmıştı belki de kim bilir. Koca sosyalist son nefesini vermekte, ufak devletlerin bile bağımsızlık ilanlarına engel olamamaktaydı. Yeni bir çağ başlıyordu Yaşlı Dünya'da, emperyalizmin tek, yıkılmaz kale olacağı, Küba ve Latin Amerika ülkelerinin yalnız başına savaşmak zorunda kalacağı. Antalya'da yabancı turistler vajinalarını ve yumurtalıklarını tuzlu ama serin su ile rahatlatırken Birleşmiş Milletler Irak'a bomba yağdırmakta, Saddam'ın zorla asker yaptığı şanssız Iraklılar'dan ölü yığınları oluşturmakta idi. Böyleydi Dünya işte, her zaman olduğu gibi; katil, hızlı, çelişkili.

Ben ise okulu bitmesini kutluyordum bir ağacın tepesinde yaprakların dallarına sigara dumanını üflüyerek ve köpüğü gümüş renginde olan biramı dudaklarımı ve ruhumu serinletmek için hor kullanarak. Karıncaların istila ettiği ağacın üstünde, karıncanın çalışkan ruhuna aykırı bir şekilde zamanı hızlı bir şekilde öldürmekte ve ruhumun hiç olmadığı kadar dinginleşmesini seyretmekteydim. Hiçbir şey ilgilendirmiyordu beni artık. Rüzgar, hava , su , toprak, güneş, martılar, aşk, yoğurtlu iskender, gözyaşı, Gülşah, Gülşah veya Gülşah. Bu yazdıklarımın son kısmı biraz yalan kokuyor olabilir ama öyleydi işte, ister inanın ister inanmayın. Yok yok, inanın.

Üstünde oturduğum ağaç, üç metre boyunda yaşlı bir erik ağacıydı. Sahibi Kemal amca, ağaca karıncalar çıkmasın diye kireçle gövdesini boyamıştı ama karıncalar ağacın içinden kendilerine yol yaparak, ne edip ne yapıp ağaca çıkmış, eriklerden, daha olmamasına rağmen ısırıklar almaya başlamış, yaprakları delik deşik etmiş ve benim bedenimde ufak kızarıklıklar bırakmıştı. Bisikletine yeni zil almış bir çocuk geçiyordu ikinci sigaramı yaktığımda, “Çın çın! Çın çın!” sadece baş parmak ile insanın ruhunu çoşturan bir melodi. Futbol oynuyordu ayakkabıları yırtık, dizleri yara olmuş, sonra soyduklarından biftek gibi pembeleşmiş, İstanbul çocukları. Birazdan, mini etekli, zayıf, gözlüklü bir kadın geçecekti önlerinden. Kadının vajinasından yayılan koku, ergen bedenlerini erkek hormonu ile dolduracak, boğazları, yutkunmalarla boğulacaktı ufaklıkların. Topuklu ayakkabısının tok sesleri kaldırıma her vurduğunda, her birisinin midesine geçecekti o topuk, kim bilir? Sonra, mahrem yerlerinde çıkmış yeni tüyleri rüzgar okşayacak ve futbol kadının kokusunu bastırıp onları yeniden çocuk dünyalarına çekecekti. Güzeldi İstanbul işte, bir tabak kabak kızartması kadar, una bulanıp kızartılmış, yoğurdu bol, serin, yağlı, sarı, yeşil ve beyaz.

İşte, ben bunları düşünürken ağacın tepesinde huzur ve sükunet içerisinde, yolun diğer tarafından, acele ile bir kız yaklaşmıştı. Ağacın yanına gelip bana seslenene kadar ben düşündüklerimi düşünmeye devam etmiş ve futbol oynayan çocukları, sigara ve bira eşliğinde izleme zevkini sürdürmüştüm. Sonra adımı duyunca duraksadım, döndüm, aşağıya baktım. Gülşah! Önce uzun uzun bana baktı bir şeyler anlatmak istermiş gibi, sonra dudaklarını aralayıp arıları çekmek için polen kokusu salgılamaya devam etti.
“Ben de geliyorum ağacın tepesine. Bak, biram da var. Az önce eve giderken gördüm seni ve keyfine hayran kaldım. Ne biçim komşusun oğlum sen? Kendine paşalar gibi aktiviteler buluyorsun ama bizi çağırmıyorsun? Çek beni hadi.”
“Çekmem, çekemem. Çekmemeye karar verdim. Kendi kendime kutlama yapıyorum gördüğün gibi, tatile girişimin kutlaması. Sadece ben ve şu karşıda futbol oynayan çocuklar davetli. Her şey bitti işte. İşim gücüm yok. Sorumluluğum yok, yok oğlu yok! Ama paylaşmam kolay kolay. Hiç umutlanma küçük hanım.”
“Paylaşmana gerek de yok zaten. Ben kendi kutlamamı yanımda getirdim, senin kutlamana ortak olmayacağım ki, benim de bitti okul, ben de özgürüm, ben de sinek kuşuyum, ben de ağaçkakanım, ben de elma kurduyum artık. Hadi Emre, çek beni.”
“Çekemem. Aşıktım ben sana unuttun mu? Niye hala benimle takılmak istiyorsun anlamadım zaten.”
“Çek de anlatayım ulan!”
Yukarı çektim. Önce halimize güldük. Biraz bakıştık. Birasını açtı sonra. Sigaramdan bir fırt çekti ve boğazını temizledi. Sanki ünlü bir konuşmacı gibiydi karşımda, sadece mikrofonu ve kağıtları eksikti ve fazlası su yerine birası.
“Bak Emre. Öncelikle sigara sağlığa zararlı. Ayrıca insanın nefesini boktan kokutuyor. Bir kızın pek tercih etmeyeceği şeyler bunlar. Karşındakinin dudaklarına ve ağız tadına saygı duyuyorsan bu söylediğimi dikkate almalısın. Sonra, senin bana aşık olmana gelirsek. Üzüldüm mü sevindim mi tam olarak ben de bilmiyorum Emre. O gecenin üzerinden iki ay geçti ama hiç benimle konuşmadın. Öncelikle şunu öğrenmen lazım, senin aşık olduğunu bana kuşlar bildiremez değil mi? Yani senin aşık olduğunu bilip diğer erkeklerle ilişkilerimi kesemem. Haksız mıyım? Haklıyım. O yüzden bir erkek arkadaşım var diye küsüp gitmen manasız. Ayrıca bir erkek arkadaşımın olması benim ona aşık olduğum anlamına da gelmez. Ha benim bunları söylemem sana aşık olduğum anlamına da gelmez o yüzden kendine umut kuyuları kazma ve sonra da düşme. Sadece şunu bil ki, o çocuk ile çıkıyorum çünkü hoşlanıyorum. Aşk değil bu, öylesine bir ilişki, öylesine. Daha lisedeyiz yahu, değil mi? Gerçekçi olmam lazım değil mi? Tamam, aşkına saygı duyuyorum ve hatta o çocuk olmasa senden hoşlandığımı da kabul edebilirdim ama maalesef şuan olmaz. Anlamsız, manasız olur. O yüzden, dostluğumuz zedelenmesin Emre, birlikte neler yaşadık, hatırlasana. Denize gittik, maç yaptık, dertleştik, ilk alkolümüzü beraber içtik. Önemli şeyler bunlar. Dostluğumuz belki nice aşktan daha önemli , daha derin. O yüzden böyle davranma bana ne olur. Dost kalalım. Tamam mı? Sonsuza kadar demiyorum bak, olayı romantikleştirme. Gerçekçi olalım ve şuan dosttan öte bir şey olamadığımızı idrak edelim istiyorum. Beni seviyorsan dostluğumu da kabul edersin değil mi?”
“Seviyorum seni.”
“Dost muyuz?”
“Dostuz... Ama bir şartım var. Aldığın biraları burada bırakıp gitmeni istiyorum. Tamam mı? Benim için bu kabullenmesi zor bir şey ve şuan hemen idrak edemeyebilirim. Biralara gelince, hava sıcak ve ağaçtan düşene kadar sarhoş olmak istiyorum izninle. Erik çalan periler görene kadar, yapraklardan ev yapan sincaplar, ağaca göç eden solucanlar görene kadar burada kalmak istiyorum. Tamam mı?”
“Peki. Ama iki bira borcun var.”
“Üç yapalım hadi.”
Ağaçtan indi, beyaz çoraplarının tozunu dövdü elleriyle ve doğruldu.
“Görüşürüz Emre.”
Ve gitti. Rüzgarın ittirmesiyle belki, belki ayaklarının altına kümelenmiş iki milyon karıncanın desteğiyle. Ama gitti. Güneş batmaya yaklaşıyordu o giderken, anneleri çocukların eline salçalı ve bitkisel yağ sürülmüş ekmekler tutuşturmuş, sokağa salmışlardı akşam yemeğine kadar. Ve gitti o. Salçalı ekmek yiyen çocukların arasından, bacaklarının renk tonu ile içlerini kavurarak ufaklıkların. Gitti. Ve kutlamamın da keyfimin de içine etmiş oldu hüzünlendirerek.

ve...
gitti...

5 Haziran 2008 Perşembe

15.Bölüm



22 Mart 1991 saat 23.44 . Gözyaşlarım, karıncaların koklayıp kaçtığı su birikintilerine karışıyordu, ben yaşlı kavak ağacının dibinde, dolaptan çaldığım annemin şarabını dudaklarımı ıslatması için kullanırken. Gölün üzerindeki melekler dans etmekte, birbirlerini kovalamakta, su sıçratmakta, regl olmakta, sevişmekte, azmakta, kıl koparmakta, öpüşmekte nispetine, yuvarlanmakta, zıplamakta, konserve açmakta, ot çekmekte, kokain satmakta ve ruh kaynatmaktaydılar. Gülşah'ın benim odamın hizasında olmayan camından yansıyan ışık, gecenin içine tahtını kurmuş, nargilesini tüttürüyordu.

Saatlerdir volta atan ayaklarım, içi su toplamış hayallerim, boka batmış laflarım, kazınmış aşkım, solmuş ruhum ve kelimesi kelimesine ezberlediğim şiirlerim beni Gülşah'ın camına bir şeyler fırlatmak için tahrik ediyor, dürtüyor ve zorluyordu. Derken gölden bir balık çıktı, elinde bir kağıt, iyi giyimli, orta yaşlı, hafif kokmuş ama parfüm ile kokusunu değiştirmeyi bilmiş ve orta boylu ama boyu ile gurur duyan cinsten. Oturduğum yerin karşısındaki kütüğe, yani kürsüye geçip, boğazını temizledi. “Tanrı, yoğurdu değil, sütü yaratandır. Aynı şekilde umudu değil geleceği yaratan olduğu gibi. Ama insanlar, bütün yaratılmış şeyleri ,bütün yaratıcılık kokan eserleri Tanrı'ya atfedip, her şeyi onun kudretinin bir yansıması olarak görürler. Ama bu yanlıştır. Eğer Tanrı, her şeyi kendi başına yaratan bir megaloman olsaydı, insanlara yaratıcı zeka ve muhakeme gücü verip eserinin eserlerini, yani öğrencisinin yaptıklarını izlemeye zaman ayırmazdı. Eğer Tanrı, öğrencisine, eserine zaman ayırmayan bir varlık olsaydı, özgür irade, mantık, insan gibi kavramların da oluşmasına gerek kalmazdı. Evet, soru şuysa: “Tanrı yaratıcı mıdır?”. Cevap bellidir. Ama her şeyin onun eseri olması, onu gururlu bir usta değil megaloman bir genç yapar ki genç olarak anılmak Tanrı'nın kesinlikle kabul etmeyeceği bir şeydir. Şimdi, senin problemine gelirsek, senin de problemin, yaratıcılık. Tanrı'nın yaratıcılığı gibi. Şu gözyaşlarını, aşk acını, sarhoşluğunu ve beni, kendi başına yaratmış ve başına musallat etmişsin. Aşk denilen olguyu daha çocukluk hayallerinin temelinin üzerine atarak, çıkarılması ya da yok edilmesi ya da yok sayılması imkansız bir olgu, bir klişe haline getirip, kendini o kızsız bir hiç konumuna getirmişsin. Şimdi, senin aşkında benim konumuma gelirsek. Ben balığım, benim metabolizmam, unutma özelliği ile ve de bol fosforu ile tanınan lezzetli bir besindir. Sistemim hızlı unutur ve bu benim aşk konusunda problem yaşayıp senin gibi ucuz şarap içmeme vesile olmaz. Bu yüzden Tanrı beni sana örnek olsun diye bu tatlı suyun içinden gönderip bu kelimeleri boğazımdaki teybin içine yerleştirip seni etkilememi sağlamış olabilir. Ama bizim takılmamız gereken nokta bu değil, tam olarak şu, aşk denilen olgu, senin beyninin yaratıcılık sınırları dahilinde ise, onu beyninden dışarı fırlatıp tekrar hayata devam etme hakkına da sahip olman gerekir. Yanılıyor muyum? Yani son sözüm, unut, balığı dinle, unut, unut, unut. Bırak uçsun, bırak rüzgara, hissizliğe, tuza, şekere, çaya, dişe, dudağa, ormana, toprağa, bekaret zarlarına, meme uçlarına, vajinalara, gözlere, kirpiklere, saçlara, geçmişe, geleceğe, Tanrı'ya karışsın aşkın. Enerji olsun, başka bedenlere sığsın, unut, bırak eserini , tutup bencil olma, çünkü Tanrı, bencil sanatçıları pek seven bir varlık değildir.” Ardından, geldiği gibi denize geri döndü. Şaşıramayacak kadar içmiştim. Şaşırmadım.

Düşündüm balık gittikten sonra, odasından süzülen ışığa baktım, gerildim, kaşındım, dişlerimi temizledim, alkolü kokladım. Acıdım kendime, düşlerime, aşkıma. Yoğurdu düşündüm. Sütü düşündüm. Sütü istemsiz yoğurt ettiğim çıkarımları yaptım. Ama şaşırmadım. Şaşırmayacak kadar içmiştim. Emindim.

Odasının ışığı söndü sonra. Bir ses yankılanmaya başladı gecenin duvarlarına vura vura. “Unut.” “Unut.”

O gece, o kadar içmiştim ki, unutamayacağımı unutamayacak kadar sarhoş olduğumu, ertesi gün anlayacaktım...