Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

19 Kasım 2015 Perşembe

Sondan Sonra-Yedinci Bölüm

İşkence hoş bir gelenek değil. Masumiyet karinesi olmayan bir memlekette, tam tersi suçun karinesi üzerine yürüyen bir düzende normal. Döve döve, sana “Suç bende.” dedirtiyorlar, sonra suçsuz olduğunu kanıtlamak için yıllar boyunca uğraşıyorsun, en son cezan bitesiye “Aaa, suçsuzmuşsun ya sen, boşuna yattın yıllarca... tüh!..” diyorlar. Yine de eskiden anlatılanlara göre makata metal boru sokup elektrik vermeli, fantastik işkenceler varmış. Şimdi kimse o kadar masrafa girmiyor. Benim için ise girilen tek masraf falçata, kezzap, tel, fısfıs ve tuzdu; billur tuz... markadan ne yaptıklarını çıkardınız sanıyorum.

Öncelikle seni soyuyorlar. Sonra dört ayaklı bir masaya sırtüstü yatıyorsun ve el, ayak bileklerinden bağlıyorlar. Bağlama sırasında ince tel kullanıyorlar ki, çok zorlarsan kendini, kendi kendine bedeninde yaralar aç. Derişik tuzlu su doldurdukları fısfıs her daim ateşlenmeye hazır. “Konuş.” diyorlar. Konuşmuyorsun. Önce canının çok acımayacağı noktalardan başlıyorlar falçatayla kesmeye, sonra tuzlu su fışkırtıyorlar kesiklere ve işkence başlıyor. Bileklerini zorluyorsun kurtulmak için, kesildi mi? Tekrar tuzlu su. Konuşmuyorsun. Konuşuyorsun aslında ama onların istediği yalanları anlatmıyorsun. Kızıyorlar; kulak memelerini kesiyorlar ve fıs-fıs, konuşmuyorsun; dudaklarını yarıyorlar ve fıs-fıs, konuşmuyorsun; el ve ayak parmak uçlarını kesiyorlar ve fıs-fıs, konuşmuyorsun; meme uçların, konuşmuyorsun; taşakların, konuşmuyorsun; penisinin başındalar... bülbül gibi şakıyorsun. Şakımalısın. Tuzlu su neyse, bunun kezzap versiyonlusu da var; yakar, yakar, yakar.

İlmik ilmik işlerken bedenimi tuzlu suyla onlar; konuşmadım, kezzap kötü bir seçim değildi. Ağladım ama konuşmadım. Acıdan sayıkladım ama konuşmadım. Bayıldım ama konuşmadım. En son hatırladığım, soğuk bir hücreye atılmam, karanlık ve çıplaklıktı. Kendime geldiğimde beni bağladıkları masada, önümde bir kağıt ve arkamda onlar oturuyordum.

-İmzala...
-Saat kaç?
-İmzala ulan imzala!
-İmzalamam.
-Ahmet, Emre bey adına imzalar mısın ifadeyi? Emre beyin durumu yok.
-Tabi ki amirim.

İmzalamaya yöneldi. Sesim bile çıkmıyordu artık. Yarı ölü bakışlarımla Ahmet'i süzdüm, bütün vücudum acıyordu ama odaklanmaya çalıştım. Görüntü yavaştan gidiyordu. Ahmet, masaya eğilmiş, bana bakarak “İtirazınız yoksa adınıza imza atıyorum Emre bey?” diyip gülmeye başladı. İstemsiz gülümsedim ve karanlığın gözlerimi esir almasını, beynimin fişini çekmesini bekledim.

Tekrar uyanabilecek miydim? Bundan bile emin değildim.

18 Kasım 2015 Çarşamba

Sondan Sonra-Altıncı Bölüm

-İYİ, DİNLEYİN!..BEN EMRE, BUGÜN BURADA SİZİN TUTSAĞINIZIM, YARIN ECDADINIZI SİKECEĞİM.

Bu laf ardında şiddet vardı. Şiddet sona eresiye bana serum bağladılar. Kendime gelmem ise üç gün sürdü .Sonrasında ise hücreye atılasıya tekrar sorguya alındım.

-Niye kaçtın?
-...
-Bak kardeşim. Ben şiddete karşıyım. Değil mi Mahmut?

Mahmut sorgu memuru Ziya'nın yanında gezinen bir elemandı. Anlamsız gülümsemek kariyerindeki pik noktasıydı muhtemelen.

-Yaşım altmış, g.tten elektrik vererek 200  insan öldürdüm. Yorma.

Doğruldu, voltaya meyillendi. Yüzüme dokunmak istermiş gibi elini uzatıp çekiyordu. Dayanamadım.
-Her şeyi anlatacağım.
-İstediklerimizi?
-... Gerçekleri anlatacağım.

Mutlu değildi Ziya, boynumdan kavradı beni ve tükürük saçarak bağırdı.
"İstediklerimizi anlatacaksın!"
"İSTEDİKLERİMİZİ ANLATACAKSIN!

Sondan Sonra-Beşinci Bölüm

-102,04081632653061224489795918367
-... neyin şifresi bu?

-Yüzde iki çekme kendini benden sonra yaklaşırken onlara. İki fazla, iki abartı, iki kaçmak gibi yahut kaçamak gibi.
-lan neyin şifresi bu?
-Benden olmazdı zaten, çekmeye değmez ki dayama ağzını kalemlere, yüklenme kağıtlara; bırak... bırak ben yazarım en kötü ki en kötü benimdir veya benim!dir.
-Ulan ne diyorsun?
-Ayak parmakların ayaklarına doğru çekilmesin onun parmak uçlarında değilse, hafifletmesin gülümsesini ve kesinlikle kıkırdasın. Yüzde iki daha fazla kıkırdasın. Kıkırdamak ona göre veya yakışıyor.
-Bak arkadaşım... lan anlat lan hadi...
-Temmuz, sandalyesini çekmiştim gelecek diye. Geç kaldı veya ben erken geldim; bu kısım bulanık, yine de sandalyeyi çekmiştim gelecek diye. Tamam, bira da söylemiştim. Gelmesini beklememek, kimsenin gelmesini beklememek adet gibiydi bende mevzubahis bira ise. Yorgundum.
Üzerimde neyin yorgunluğu vardı bilmiyordum, üzerimde şimdi neyin yorgunluğu var hala bilmiyorum. Yorgundum ve yorgunum. Hatırlamadığım şeylerden sebep, hatırlamak istemediğim şeylerden sebep, onunla doldurmak istediğim beyin kıvrımlarım da belki sebep; düşesim vardı.
-Emre... kardeşim ne anlatıyorsun?
-Dinleyin...
-Peki, dinleyin...

-Öpüşüverdik selam mahiyetinde, gülümseyerek oturdu. Kelebekler kanat çırpıyordu saçlarında ta karnından kaçıvermiş ve en son saçlarında tutsak kalmışlar gibiydi. Yüzüne dokunmak istedim, dokunmadım; dudakları dikkatimi dağıtmıştı. Saçlarını kulağının arkasına doğru bir yolculuğa gönderesim geldi, bilet bulamadım; elmacık kemiklerinde hayallerimi sektiriyordum. Dokunmadım ona. Ona dokunamıyordum. Karşımda bira bardağı eşliğinde kıkırdarken, gülümserken, hani eskiler ne der, cilvelenirken ben durup da dinlemelerdeydim. Kaşındık. “Başka bir yere mi gitsek?” dedik. Hangimizin ilk söylediğini (ben) belirtmeyeceğim ki biraz gizemli olsun.
-Bizden saklama. Kanundan saklanmaz.
-BEN!
-Sonra?..
-Yürüyorduk. Kadıköy'ün taş döşemeli sokaklarında geziyordu ayaklarımız. Yürüyesiye... beli geldi aklıma. Elimi belinin soluna, hafif aşağıya, kalçasından destek alacak vaziyette atmak için yanıyordum. Elimi beline atmamın ama bir anda aramızdaki ilişkiyi değiştireceğini de biliyordum. “YAP! YAP! YAP!” diye dürtüyordu kalbim; kan dolaşımını kullanarak sol kolumu.
-Çok devrik cümle kuruyor bu amına koyayım.
-Sokağın sonuna yaklaşırken, sonları sevmem ben, elim düştü beline ve bana döndü, kavradım tabi. Öpücük kondurasıya halim yüzünden bir anda dudaklarımı yanaklarının bitip dudaklarının başladığı yerde buldum. Iskalamam bir yana, arkadaşça bir öpücüğü de becerememiştim. Kafasını eğdi ve bakıştık, o altmış, ben doksan derece birbirimize bakıyorduk. Zaman yavaşladı. Bir yaprağın yere düşmesi ki normalde o an saçlarından düşse altı saniye alacak iken, üç gün sürecek gibiydi. Dudağını kaplayan nispeten ölü deri, dudağımın içindeki canlı deriye ki dudaklarım soyuluyordu; altı saatte dokunuverdi ve başladı her şey. Kadıköy cıvıldıyordu; bize özel mi bilinmez. Bize özeldi sanırım, o sokaklarda zamanın yavaşladığına ilk kez tanık oluyordum.
-Sonra?..
-Onu son gördüğümde, içimdeki en büyük istek beraber solun sonunu anlatan bir belgesel izlemekti. Niye bilmiyorum. İyi değildi. Onu son kez görmüş olacağımı bilmiyordum ama yine de sarıldım ona ve hafif bir yanma hissettim akciğerin dibinde. Tekrar görüşeceğimizden kesinlikle emin olan ayakları, merdivenleri yavaş adımlarla ezdi. Osmanbey sokaklarında istikametimi bulmaya çalışırken ise aradı, fenaydı. Koşar adım geri döndüm, zıp zıp tırmandım merdivenleri ve hızla çaldım kapısını. Titriyordu. Kötüydü. Yine de beni uğurlamak istiyordu, üzülüyordu sanırım. Onu son kez gördüğümde öpmedi beni. Son kez öpüşmek hikayemizde yokmuş demek ki.
-Adam film gibi anlatıyor değil mi Kemal?
-Abi en azından 5 yıl çıkar bundan.
-Öhm... merdivenleri inerken, mırıldanıyordum. Emin değildim ama son gibi hissetmiştim. Doğru hissettiğimi anlamam zaman aldı.
-Tamam lan, yeter. Bölücü örgüt peşinde koşmanın sebebi kadın yani? İyi hal desem komik olur. Fuhuş?
-Düşünmek elim ya da zulüm değildi eskiden. Şimdi herkes düşündüğünden ve düşünceleri genelde düşünmek istememek üzerine şekillendiğinden; düşünmek elim ya da zulüm. “Cehalet mutluluktur.” cümlesini ilk kuran adam sopalık. Emin olun sopalık. Düşünürken düşünmemeyi öğretti koca medeniyete; paradoks düşkünü pezevenk, ironi düşkünü yavşak. Karşımda olsa iki tane çakardım ki sen kimsin köpek bütün soruların cevabını bulmuş gibi... “cehelet mütlülüktür.” heh öyledir. Sen mutlu olmayı düşünerek çözemedin diye... bizim kimyamızı bozmak zorunda mısın? Hayatta bir şeyin zevk verdiğini öğrenmek ve ondan sonra o olmadan yapamamak bilge geçinmek değil, bağımlılıktır. Varolmak dediğimiz bütün bilgiye hakim olmak, her şeyi yaşamış olmak değil ki, varolmak dediğimiz kendi dünyanda sadece insan olmak. Kapital bilgi felsefesini bile bozmuş. Biz de buna inandık vesaire.

Ben inanmadım mı? Yalan yok, bayrakla gezdiğim günler olmuştu. O zamanlar güzel sanatlar okuyan genç kızlara tabiri caiz ise hastaydım. Aman FSM nasıl  da sanat akıyordu dudaklarından? Yüz kere sevişirdin ama bir kere içten sarıldığını göremezdin. Göremedim. Göremedik. Yatakta basmadık yer bırakmıyorlardı tabi ki; “cehelet mütlülüktür.” mottosundan yola çıkıp bütün porno filmleri izlemişlerdi.
-Devam et.
Seks cehaletin karşıtıydı onlar için, çok acayipti. Halbuki milyonlarca yıldır sevişmek en büyük amacı olmuş bir toplumun parçasıydılar. Yine de blowjobun, türkçe ne dersiniz, deri sünnetli olduğu için blow olmaz, işçiliği yüksek yine de... dil ustalığı (burada bir kısım edebiyatçı alınmış olabilir, az yalamadınız değil. Hişş...) evet dil ustalığı diyebiliriz. Depresif, mutsuz, cehaletten tamamen arınmış bir şey onlar için. Sekste sınır tanımamak!.. ulan felsefeden nereye geldik?.. beni de bozdunuz şerefsizler.
-Jop yakın.
-Neyse, şu hayatta ama en hayvanca duyguları kendini sanata yakın hisseden insanlarla yaşadım, o da var. En normali reklamcıydı. O sıralar çok sarhoştum vesaire...
Neyse, konumuza dönelim. Önce toparlamak lazım, öküzlük var serde ve benden nefret edilsin istiyorum, ben de kendimi sevmiyorum ve nefret ediyorum, bunun ortak bir nokta yaratacağını düşünüyorum, sülalede tek zıpçıktı benim, cehalet mutluluktur lafını ilk eden kişi tam bir göttür, seksi modern insan bilgi birikimi olarak görüyor... filan. Genel başlık ne olmalı? Doğulu toplumların ilerici zihniyeti Amerika redneck'inin ötesine geçemez... nıck. Beni seks bozdu... nıck. Nefret? Nefretti mevzu.
-Sonra?
-Sonrası anca avukatla.
-Senin ben doğduğun toprağı, büyüdüğün cemiyeti domaltırım lan ne avukatı orospu çocuğu?.. anlat!
-...
-ANLAT!