Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Temmuz 2008 Pazar

23. Bölüm



Karavan durmuştu. Federica karavandan çıkıp bana doğru koştu ve sarıldı. Gözlerindeki sevinç içimdeki güzel şeyleri dürtükledi. Kelebekler çıktı kozalarından, gülüşmeye başladılar.


“Salve! Emre.”

“Salve! Federica.”

“Merhebe Gülşeh. Kusure bakme benim Turkça biraz bosuktur. Nasilsin? Emre ögretmisti bana biraz. Come sta?”

“Grazie, va bene cosí.”

“Oha, Gülşah sen İtalyanca biliyor muydun?”

“Bir kitap vardı biraz baktım işte Emre. Bu kadar biliyorum sanırım. Nasılsın falan filan. Eheha.”

“Ehehe. Ben ogretirim sana biras daha İtalyanca Gulşeh. Hadi binelim hemen, sabirsizlaniyorüm ben gezmek icin buraleri.”

“Binelim bakalım.”

"Yolculuğumuz başlasın!"


Bavulları karavana taşıdık, hareket ettik. Federica Riccardo Forte'un kasedini taktı ve Storie di Tutti I Giorni isimli şarkıyı söylemeye koyuldu. Gülşah ile ben arka tarafta eşyalarımızla uğraşıyorduk.


“Federica taşmış harbi. Manita falan mı Emre? Eheha!”

“Yapma be Gülşah böyle şakalar. Çok severim ben Federica'yı. Kardeşim gibi bir şey oldu, kıskanacak bir şey yok ki.”

“Kıskanmak mı? Niye kıskanacağım oğlum seni?”

“Yani, şey, emm, kıskanmazsın tabi ki. Niye kıskanacakmışsın ki?”


Başımı öne eğip eşyalarımı çıkarmaya devam ettim. Gözlerim biraz yaşarmıştı ama belli etmemeye çalışıyordum.


“Federica şakasına kızmadın değil mi Emre?”

“Yo yo, kızmadım tabi ki. Kızar mıyım hiç ben sana?”

“Kızabilirsin tabi ki. Bak sana ne diyeceğim, bu yolculuk boyunca, yani tatilimiz boyunca bir sürü ilişki yaşamak istiyorum ben. Bunu problem etmezsin umarım. Yani tatil sonuçta. Farklı insanlar tanıyıp sonra da çekip gitmek için mükemmel bir ortam. Yani demem o ki, Federica ile biraz çapkınlık yapabiliriz, kendini germe tamam mı canım benim?”

“Emre?”

“Emre, hey, duymuyor musun oğlum beni?”


Biraz daha yaşarmıştı gözlerim. Mideme milyarlarca bıçak saplanmakta, kaburgalarıma ciğerlerim baskı yapmakta, boğazımda yutkunmamı engelleyecek tepkimeler ayaklanmakta, dudaklarım titremekte ve dişlerim gacırdamaktaydı.


“Ben sana derdimi anlatmaktan yoruldum sanırım Gülşah. Ben sana derdimi anlatmaktan yoruldum. Hani birbirimizi tanıyacaktık, demeyeceğim mesela, ya da hani o kadar seni sevdiğimi anlatmıştım unuttun mu onları demeyeceğim. Susacağım. Uyuyacağım hatta. Uyumak istiyorum.”

“Hareket halindeyken mi?”

“Hareket halindeyken.”

“Ehehe. Tamam be Emre, hemen kanıyorsun. Tamam. Şakaydı. Tamam. Üzülme bak. Yüzünü göstersene bana bi'?”

“Yüzümü göstermek istemiyorum.”


Yanıma geldi, sarıldı, saçlarımı okşadı ve alnıma bir öpücük kondurdu. Yaşlı gözlerimi yere bakmaktan kurtarıp yüzüne doğru çevirdim, anaç bir gülümseme yayılmıştı yüzüne, huzur veriyordu. Omzuna yattım. Bir meleğin kanatlarına kafamı koymak bile bu kadar huzurlu hissettirmezdi.


“Bak şimdi koca çocuk, sana bir masal anlatacağım, ama adını sen koy.”

“Naca.”

“Naca, garip bir isim olmadı mı be? Öhöm. Tamam, Naca.

Bir varmış bir yokmuş, Dünya'nın bütün toprakları tek bir krallığa aitmiş. Güçlüymüş, hiddetliymiş kral. Ama son zamanlarda ülkesinin bir geleneği yüzünden gözüne uyku girmemekteymiş. Gelenek ise şuymuş: Her kral elli yaşına gelene kadar bir kız çocuk yapmalıdır. Kral öldükten sonra o kızın evlendiği erkek yeni kral olur ve ülkeyi yönetmeye devam eder. Eğer kralın elli yaşına gelene kadar kızı olmaz ise, kral öldürülür ve tahta Dünya'nın en güzel kızının evlendiği adam geçirilir.



Ve tahmin ettiğin gibi, kralın hala kız çocuğu olmamışmış. Krallığıyla Dünya'daki bütün toprakları ele geçirmiş, başarılı bir kral olmasına rağmen, bu gelenekten kaçamayacak olması kendisini gerçekten üzmekteymiş.

Kral, kırkdokuz yaşına geldiğinde seksen erkek çocuğu varmış ama hala bir kız çocuğuna kavuşamamış. Kelle koltukta yaşadığından kırkdokuzuncu yaş gününde, artık kötü büyücüye akıl danışmaktan başka bir şansı kalmamış. Zira üç ay içinde bir kadını kız çocuk için döllemezse halkı onu asacakmış.( Çünkü bir kız çocuğun doğması dokuz ay alıyor anlarsın ya.) Kralın karılarının neredeyse tamamı hamileymiş, ama kral daha önce hiç kız çocuğu yapamadığı karılarına artık güvenmiyormuş.



Ve bir gün, kötü büyücüye gitmiş akıl danışmaya. Kötü büyücü, ona demiş ki, “Bir kız var, Afrika'nın tam ortasında. Eğer üç ay içinde ona ulaşıp onu döllersen kız çocuğun olacak. Kızın adını sana söylerim, ama bana bütün karılarını vermen lazım.” Kral hiddetle kalkmış oturduğu yerden, köpürmüş, volta atıp düşünmeye başlamış. “Karılarını vermek, bir kral için, şerefini beş paralık etmekle aynı. Bunu yapamam.” , diye söylenmiş durmuş kötü büyücünün evinde. Bir saat sonra ise siniri geçmiş ve mantıklı olanı yapmış. “Karılarımın hepsi senin olsun, söyle bakalım kızın adı neymiş?” “Kızın adı Naca. Eğer yarın şafakla beraber yola çıkarsan üç ay içinde o kıza ulaşabilirsin. Eğer kızı getirmelerini emredersen üç ay içinde o kız sana ulaşamayacak. Hazırlıklara başla derim ve otuzaltı karını da bana göndermeyi unutma.” “Tamam”, demiş kral. Başı önde kötü büyücünün evini terkederek sarayına dönmüş ve hazırlıklara koyulmuş. Gözleri yaşlı halde karılarını da göndermiş tabi, karıları hamile olduklarını söyleyip kız olma ihtimalini hatırlatsalar da işini garantiye almaya kararlı olduğundan sözünden dönmemiş tabi ki ve de ertesi gün şafakla beraber yola çıkmış.


Yolculuğu iki buçuk ay sürmüş kralın. İki buçuk ay sonra Afrika'nın tam ortasına, Mantala köyüne ulaşıvermiş. Herkese Naca isimli kızı sormuş, köylüler ise Naca'nın kız değil yaşlı bir kadın olduğunu ve köyün arkasındaki tepenin başındaki bir evde yaşadığını söylemişler. Kral hemen muhafızlarıyla beraber oraya gitmiş ve Naca'yı bulmuş. Naca, buruş buruş, çirkin mi çirkin, yaşlı bir kadınmış. Kralın midesi bulanmış ama maalesef başka şansı yokmuş ve evlenme teklif etmiş Naca'ya. Naca, hemen kabul etmiş tabi ki kralın teklifini ve çiftleşmeye koyulmuşlar. On iki gün boyunca çiftleşmişler. Kral, çiftleşmeleri sürekli sarhoş halde yapıyormuş çünkü Naca o kadar çirkinmiş ki midesi anca o şekilde kaldırabiliyormuş.


On üçüncü gün, Naca'nın oğlu Arana köye dönmüş. Hemen annesinin elini öpmeye gitmiş. Arka kapıdan girdiği için ön taraftaki muhafızları görmemiş ve annesini kral ile yatakta yakalamış. Arana'nın bu evlilikten haberi yokmuş tabi ki, deliye dönmüş Arana, kral eğer çıplak halde yatakta olmasa kral olduğunu anlayıp bu kadar kızmayabilirmiş ama tecavüzcü olarak düşünmüş kralı.

Hemen oracıkta sırtındaki baltasıyla kralın kafasını ikiye yarmış Arana. Çığlıklar içinde ölmüş kral, kral ölürken Naca oğluna durumu anlatmış ama artık çok geçmiş, muhafızlar ses yüzünden gelmeden oğlu kaçmış ve Naca muhafızlara baltayı kendisinin sapladığını söylemiş. Muhafızlar onu hemen orada öldürüvermiş, ama bilmiyorlarmış ki Naca hamileymiş. Kral bu şekilde hem ölmüş hem de saltanatı sona ermiş.



Kral öldükten üç ay sonra ise , kötü büyücüye bağışladığı karılarından birisi altın saçlı bir kız doğurmuş. Ama artık çok geçmiş çünkü halk çoktan Dünya'nın en güzel kızının kocasını tahta geçirmiş durumdaymış. Ve son.”


“Peki bu masaldan çıkarmamız gereken ders nedir Gülşah?”

“Kral eğer acele etmeseymiş hem ölmeyecekmiş hem de saltanatı devam edecekmiş, ama telaşlanmış ve sonuçları kötü olmuş.”

“Anladım.”

“Anladığına sevindim, hadi şimdi şu eşya işlerini halledelim de şu İtalyan kız ile konuşalım biraz, ne hikayeleri var çok merak ediyorum.”

“Türkçe'yi pek berrak konuşmuyor ama.”

“Ehehe, senin öğrettiğin Türkçe o kadar olur.”


Gülümsedik. Kafamı omzundan kaldırdımve onu izlemeye koyuldum. Sonra eşyalarımızı çıkarmaya devam ettik.

Ve büyük yolculuğumuz işte, böyle başlamış oldu.

20 Temmuz 2008 Pazar

22. Bölüm



20 Haziran 1992 saat 9.36

Purom bitmişti. Havadaki nem beni sıkmaya ve hareketsiz olmama rağmen yormaya devam etmekte, gözlerim Güneş'in fizyon ve füzyonlarına bakmamayı kafalarına koyduğundan görüş alanımı iyice daraltmakta ve ara ara geçen arabaların gürültüsü iyice canımı sıkmakta idi. Gazete bayiinden bir gazete almıştım ve onu okumaktaydım. Gülşah tam olarak altı dakika geç kalmıştı ve bu geç kalma eylemi yüzünden her saniye içime bir uzak doğulu tarafından cam delmek için atılmış iğne gibi saplanıyordu.

Gazete, matbaa kokuyordu. Boya ve kağıt. Ekşi ve keskin. Yoğun ve vurdumduymaz. Gazetedeki haberler ise, en azından hava kadar ağır ve boğucuydu. --İlk haber; Rio Çevre ve Kalkınma Bildirgesi kabul edildi, ikinci haber; Haliç'te yapılan yeni Galata Köprüsü Törenle hizmete açıldı, üçüncü haber; Estonya'da Kron tekrar kullanılmaya başladı , dördüncü haber; Ankara'da bir kadın kocasının parmağını kesti ve çocuğuna yedirdi, beşinci haber; yeni vergiler yolda, altıncı haber; ünlü aktristin donu göründü, yedinci haber; kız arkadaşına sarkan adamı göle soktu ve sopa ile döverek öldürdü.-- Son on yıldır; her gün aynı haberleri okuyorduk. Ve o günden sonraki on yıl boyunca da yine aynı haberleri okuyacaktık. Sadece isimler ve tarihler değişiyordu haberlerde. Kendini tekrarlayan medya ve onun sessiz takipçilerinin memleketi Türkiye.

Güneş nedeniyle tam açamadığım gözlerimi sağa doğru çevirmem ile elinde bavuluyla gelen Gülşah'ı gördüm. İyice terlemişti. Ter damlaları yanaklarını tırmalayarak çenesine doğru inmekte, oradan da yere doğru ölüm atlayışı yapmakta ama yere değemeden buharlaşıp atmosfere karışmaktaydı. Dudakları kurumuş, belirginleşmiş, bakım gerektiren bir hal almış, omuzları, bavul taşımaktan hiç olmadığı kadar çökük bir hale gelmiş, gözleri, Güneş'in tacizlerine karşı yorgunluk bayrağı sallamakta, pantolonu, bacaklarını baya emmiş ve yol boyunca emmeye alıştığından iyice yapışmış, iç çamaşırı, benim bilmediğim alemlere yelken açmış, göbek deliği ise tahminim ciğerleri misali kasılıp gevşemelere başlamıştı.
Elleri, belki Güneş'in ışığının yoğunluğundan, ayın yakın çekilmiş fotoğraflarındaki renk tonuyla iyice olmuş kayısının içinin renk tonunun karıştırılmasıyla renklendirilmiş gibi görünmekteydi. Nefesini havaya karıştırıp havayı kendisine aşık ederek bana doğru yaklaştı. Dudaklarında yorgun ve endişeli bir ifade vardı. Bavulunu oturduğum bankın önüne koydu, gerindi, derin bir nefes aldı ve sonra kendisini banka doğru, yeni serilmekte olan bir çarşaf misali bırakıverdi. Birkaç oflamadan sonra gözlerini bana dikti ve gülümsememe sinir olmuş halde gamzelerini öne doğru ittirip dudaklarını bükerek derin bir nefes daha aldı.

“Gitmiyor muyuz?”
“Gidiyoruz.”
“Ne zaman?”
“Arkadaşım geldiğinde.”
“Arkadaşının adı neydi bu arada?”
“Federica.”
“Federica mı? Kadın mı yani?”
“Evet, İtalya'daki bir numaralı kankamdı benim. Seni de mutlaka sevecektir.”
“Peki, gelse de gitsek be!”

Bir süre dinginleştik ve iyice arkamıza yaslanarak kemiklerimizi özgürleştirdik.

“Gökyüzüne karışmaya mı?”
“Gökyüzüne karışmak senin tercihin olabilir. Ben deniz gibi kokmak istiyorum.”
“Toprak gibi kokmak da güzel. Islak kokmak. Deniz kuru kokar değil mi?”
“Denizlerin kokusunu kategorilere sokmamak lazım bence. Ege, Roman kızı gibi kokar, Karadeniz, büyük memeli Alman çiftçi kızı olabilir, Akdeniz ise, zeytinyağına bulanmış Akdeniz erkeği, yeşil gözlü, kumral, güzel bir gülümsemeye sahip.”
“Akdeniz'e gitmemek lazım o zaman.”
“Akdeniz'e kesinlikle gitmemiz lazım!”
“...”
“...”



“Hey, geliyor sanırım. Bu onun karavanı.”

17 Temmuz 2008 Perşembe

21. Bölüm

20 Haziran 1992 saat 9.34 Beşiktaş'ta, havadanın yoğunluğu ve hafif rüzgar nedeniyle oradan oraya koşan beyaz bir poşet dışında bir hareketlilik mevcut değildi. Dudaklarım, pırıldayan su damlalarına olan hasretten kurumuş, ellerim bavul taşımak yüzünden hafif kızarıklıklar edinmişti. Gökyüzünün kucağında, bir melek oturuyordu. Elinde bir saat, parmaklarının arasında keskin bir bıçak, gözleri pancar rengi, ayakları olmayan ya da görünmeyen buralardan. Yarım saattir gözlerini bana dikmiş, beynimin içindekileri analiz etmek istercesine bakmakta, gümüş dudaklarıyla kırgınlığını belli etmeye çalışmaktaydı. Ve ben Gülşah'ı bekliyordum. Ve ben... Melek, gökyüzünün kucağında oturmaktan sıkılmış gibi görünüyordu. Birden kalktı ve bana doğru uçmaya başladı. İyice yaklaştığında, beyaz eteğinin altından siyah ayaklarını görüverdim. Kıllarla örtülü, büyük ihtimalle kötü kokan, nallanması gerekilen, simsiyah deri sahibi ayaklardı. Gümüş dudakları, bana yaklaştıkça somurtma eylemine daha bir inanmakta, gözleri daha bir keskinleşmekte idi. Yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Dibime kadar geldikten sonra gelip karşıma oturdu. Bacak bacak üstüne attı ve bir Küba purosu yakıverdi. Gözleri hala üzerimdeydi ve yüzü iyice somurtmaya alışmıştı. “Düş dediğin, yeni alınmış bir televizyonun yeni açıldığında yaydığı radyasyonu ciğerlerinde hissedebilmektir. Yeniliğin kokusu. Tabi ki radyasyon seni öldürür. Ama düşler de seni öldürür. Yine de ölümsüzlük zaten sana bahşedilen bir şey olmadığından bunun için sıkıntı duymanın gerek olduğunu sanmıyorum. Ölümsüzlük, insan oğlunun yarattığı tek bir olguya hediye edilmiştir. Aşk. Aşk ölümsüzdür. Senin aşkının enerjisi diğer aşk enerjilerine karışarak, sen öldükten milyarlarca yıl sonra bile atmosferde özgürce dolaşmaya devam eder. Bütün bu aşk enerjilerinin birleşimi de Aşk'ı var eder. Eğer bunlar yalan olsaydı on altı yaşındaki bir çocuk ile cinsel ilişkiye giren otuzlarındaki kadınları cennete kabul etmememiz lazımdı. Dünyadaki her gariplik buna yorulabilir. Musa'nın denizi ortadan ikiye ayırması, yoğunlaşmış aşk enerjilerinin başarısıdır. Peygamberlerin din kitapları yazabilmesi, Noel Baba, Meryem'in hamile kalması, büyük tufan, depremler, Atlantis'in denizin dibini boylaması ve komünizmin yıkılması, hepsi Aşk'ın işleridir. Evrendeki tek tanrı, Aşk'tır. Evet, Aşk'ın kendisi tanrıdır. Ve dünya üzerinde aşk var oldukça beslenecek, ebedi olmaya devam edecektir. Ben, Aşk'ın haber meleğiyim. Aşk'ın suretlerinin, yani aşkın bulunduğu her yerde olmam gerekiyor. Ve sana da bu yüzden geldim.” “Aşığım diye mi?” “Tanrı ölebilir. Evet. Duydun bunu. Aşk ölebilir. Çünkü Aşk günümüzde artık çok güçsüz. Dünya üzerinde, gerçek aşk, iyice azaldı ve bu da Aşk'ı güçsüz kılıyor. O yüzden sana görünmem gerekti. Senin duyduğun aşk gerçekten çok büyük. Şuan o kadar büyük bir yansıma olarak görünmeyebilir, ama gerçekten büyük. Aşk, bu yüzden senden rica etti. Ne olursa olsun, aşktan vazgeçmemeni istiyor. Ne olursa olsun, Aşk'ın senin yanında olduğunu bilmeni ve aşkının peşinden sonsuza kadar koşman gerekse bile koşmanı söylüyor. Çünkü senin aşkın, onun için şifa olabilir. Belli bir süre olsa da, aşkın, Aşk'ın ebediliğine yardımcı olabilir. Evrende aşkın dışında ölümsüz olan hiçbir şey yok ama bu da tabi Aşk yaşadığı sürece mümkün. Eğer o tanrı ölürse, senin aşk enerjinle beraber tarih boyunca süregelmiş bütün aşkların enerjileri yokluğa karışacak. Aşk'ı baki kıl. Bizi güldür. Unutma ki, Aşk, senin en iyi yoldaşın. DÜŞLERİNDEN VAZGEÇME!” “Peki...” Ve kalktı. Kalktığında Küba purosu bitmemişti, puroyu yere atıverdi. Sonra uçarak uzaklaştı. Siyah ayakları o arkasını döndüğünde iyice görünür olmuştu. Kırmızı kanatları havayı okşar gibi çırpınıyordu. İyice uzaklaşmıştı ki, birden bire yok oldu ve havaya karıştı. Belki de aşka karıştı. Evet evet , aşka karışmış olması gerekiyordu. Ben ise Küba purosunu tekrar yaktım ve Gülşah'ı beklemeye devam ettim.

10 Temmuz 2008 Perşembe

20.Bölüm



20 Haziran 1992. Saat 02.00 Hava uyunamayacak kadar sıcaktı. Ama benim uyumak gibi bir niyetim yoktu .Yaklaşan yolculuğumuz için eşyalarımı toplamayı bitirmiştim ve anneme mektup yazmakla meşguldüm. Derken içeriye annem girdi.

“Bu bavul ne böyle? Bir yere mi gidiyorsun?” Mektubu alelacele çarşafın altına yolladım ama annem bunu fark etmişti.
“Anne niye uyumadın sen?”
“Hava çok sıcak uyuyamadım. Ne sakladın sen çarşafın altına bakayım?”
“Yok bir şey.”
“Peki bu bavul ne?”
“Ne bileyim. Boş bavul işte duruyor orada.” Annem sinsi sinsi baktı. Bir şeylerden şüpheleniyordu. Daha sonra yatağa doğru hızla atıldı ama ben bunu tahmin ettiğimden daha hızlı davranıp mektubu aldım. Mektup elimde evde biraz kovalamaca oynadık. Oturma odasında kıstırdı beni. Yakaladı, mektubu aldı ve üzerime oturdu. Annem küçükken üzerime oturunca hareket edemezdim. Ama büyüyünce de bunun devam etmesi beni fena bozmuştu. Mektubu okumaya koyuldu.
“Sevgili anne. Böyle mektup girişi de ilk kez görüyorum. Değerli anneciğim der insan. Sevgili anne de neymiş. Beceriksiz seni.”
“Anne okuma o mektubu.”
“E güzelim bana yazmışsın ama.”
“Oku diye yazmadım ki.”
“Ne diye yazdın peki?”
“Şey, ehm, hatıra olsun diye.”
“Peki, okuyayım geri veririm hatıra olur. Neyse devam edelim.” Mektubu okumaya devam etti. Yüzündeki gülümseme mektubu okudukça sinir bozukluğuna dönüşmekte, gözleri endişe ile dolmaktaydı. Mektubu okumayı bitirince gözlerinden yaşlar süzüldüğünü gördüm. Üzerimden kalktı ve karşıdaki koltuğa oturdu. Doğruldum. Ağlamaya başlamıştı ama hala çok kızgın bir şekilde bakıyordu. Yutkundu, konuşmaya başladı.
“Demek gidiyorsunuz Emre bey, harika, mükemmel, müthiş. Hem de Gülşah ile. Hem de o kadının biricik kızı ile. Hem de haber vermeden.”
“Karavanla gezip gelecektik işte.”
“Dur sen dur. Öncelikle şöyle bir sorum olacak. Gülşah ile neden görüşüyorsun? Şuan sinirden seni gebertebileceğimin farkında olduğunu biliyorum o yüzden güzel cümleler kur. Mantıklı olsun.”
“Şey, anne, dostluk işte. Kızdığını biliyorum ama biz eski dostuz onunla. Görüşmeyi kesmeyi istemedik. Bizim arkadaşlığımız bu, size yansıtmıyorduk ki.”
“Ben sana demedim mi görüşmeyeceksin diye?”
“Dedin, ama işte dostluklar öyle kolay sonlanmıyor.”
“Dostluk, dostluk demek. İnşallah öyledir. İnşallah. Peki neden başka dostun değil de Gülşah ile çıkıyorsunuz bu seyahate? Sen daha 16 yaşındasın ulan! 16! Biraz genç değil misin böyle maceralar için? Yok efendim neymiş, o kadınla beni barıştıracakmışmış bu yolculuk. Yok efendim neymiş, yalnızmışım. Yok efendim neymiş, birbirimize muhtaçmışız. Bravo oğlum. Bravo! Çok güzel şeyler yapıyorsun sen. Çok güzel. Mükemmel. Bravo. Ben seni okutmak için deli gibi çalışayım, sen anneni İstanbul'da yalnız bırakıp görüşmediğimiz komşunun kızı ile seyahate çık. Bravo!”
“Ama anne, genciz biz.”
“Biraz fazla genç sanırım. Yani böyle atraksiyonlar yapman için en azından salçalı ekmek yediğin zamanların üzerinden yedi, sekiz sene geçmesi lazım bence. Öldürecek misin sen beni? Eşşoğlusu! Bok kafalı! Boşuna büyütmüşüm ben seni!” Ağlamayı kesmişti. Ama daha da sinirlendiğini fark edebiliyordum.
“Anne, bir sakinleş. Tamam haklısın, ama ben bu seyahati yapacağım kafaya koydum. Eğer yapmazsam içimde bir ukde olarak kalacak. Sen demez misin hep, şu hayatta her şeyi yapmak lazım diye? Yapacağım işte. Kusura bakma.”
“Tamam, yap bakalım... Tamam... İçinde kalmasın... Ama neden Gülşah ile?”
“Çünkü seviyorum tamam mı?” Annem bu lafım üzerine kızgınlığını attı ve şaşırdı. Ve ağlamaya başladım. Gözlerim kıpkırmızı olmuştu. Sonra yanıma gelip bana sarıldı ve saçlarımı okşamaya başladı. Aradan baya zaman geçtikten sonra konuşmaya başladık.
“Aşık mı oldun sen bakalım?”
“Evet.”
“Ehehe. Koca sıpa seni. O zaman işler biraz değişir. Ama o kızdan gelin olmaz söyleyeyim.” Ağlamam durdu ve gülümsemeye başladım.
“Peki izin verecek misin gitmemize?”
“Eğer izin verirsem gitmenize Gülşah hanımın annesi beni öldürür.”
“Haberin yokmuş gibi davransan?”
“O olabilir. Yine de çok ani oldu. Hala baya kızgınım sana. Eğer uyuyabilseydim herhalde yarın kahrımdan ölecektim bu mektubu okuyunca. Ama aşık olman biraz toparladı sanırım olayı.”
“Gidebilir miyim?”
“Gidemezsin desem de gidecek misin? Gideceksin tabi. Bok!”
“Evet.”
“Çare yok o zaman. Ama bir daha benden habersiz bir iş yapmayacağına söz ver?”
“Söz. Söz. Anne be, çok seviyorum seni ben.” Ve sarıldık. Saçlarımın başladığı yerden öptü beni. Çok çok çok mutluydum.

O gece, sabaha kadar ona Gülşah ile yaşadığımız olayları bir bir anlattım. Güneş doğduğunda ise, artık bavulumu alma vaktim gelmişti...