Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

4 Temmuz 2008 Cuma

18.Bölüm


19 Haziran 1992.
10.40

Sabahın ilk ışıkları perdenin arasından suratıma tecavüz etmek için birkaç saat geçikti. Hiç böyle olmazdı. Her gün, beni saat 08.00'de uyandırmayı adet edinmiş Güneş, kış dışında ilk kez görevini yapmıyordu. Gözlerimi ovuşturup yavaşça doğruldum yatağımda. Gerinme hareketleri ve uyanma safhası. Günaydın demek lazımdı şimdi, yaşlı, kötü kokan İstanbul'a, yalancı bir sevinçle.

Aşağı indiğimde annem kahvaltının son hazırlıklarını tamamlıyordu. Sucuklu yumurta kokusu evi sarmıştı. Sucuklu yumurta... İtalya'da, en çok bu kokuyu özlemiş gibi hissettim kendimi. Orada, nedense hiç böyle bir koku gelmemişti burnuma, o kadar et tüketimine ağırlık vermiş olmama rağmen. Sucuklu yumurta, İstanbul imali. Başka bir tınısı vardı sanki, başka bir hasret kavramı, başka bir ritmi.

Sucuklu yumurtanın başımı döndüren kokusunun hükmünden kurtulunca masaya yoğunlaşıp sofradaki şeylere bakmaya koyuldum. Pekmez, tahin, çikolata kreması, tereyağı, yeşil zeytin, siyah zeytin, yumurtalı ekmek, erik reçeli, çay tabağına koyulmuş tuz, karıncaların içinde mızraklarıyla beklediği toz şeker kavanozu ve iki tane ince belli. Annem, bana olan hasretini, beni kahvaltıda tıka basa doyurarak mı anlatmaya çalışıcaktı ne? Klişe anne içgüdüsü işte: "Çocuklar ne kadar çok yerse anne o kadar çok mutlu olur." İlkel çağlardan beri süregelen bir gelenekti bu sanırım. Anneler, içgüdüsel olarak doyurma takıntısına sahipti ve bu tarih boyunca anneler tarafından hep uygulandığı için belli bir süre sonra genlerine işledi. Belki de ilk baştan beri vardı bu içgüdü. Ya da maymundan geliyordu, kurbağadan geliyordu, sivrisinekler ısırdığı için bulaşmıştı, sigaranın sonucuydu ya da ekmek tüketiminin zararıydı. Vardı işte bir nedeni. Ama o neden şuan bu tip sofrayı özlemiş bünyemi hiç alakadar etmiyordu. Sadece gömülmek istiyordum o yemeklere. Boğulmak. Parmaklarıma reçel bulaştırmak, çenemden pekmezin sarkmasını tenime kaydetmek, ince belli bardağı sevgili gibi sarıp dudaklarıma götürmek, siyah zeytinlerin çekirdeklerinden kule yapmak, tuza domates banıp beyazlığına tecavüz etmek ve yumurta ekmeklerin hepsini yiyerek patlamak istiyordum.

Kahvaltıyı bitirdiğimde annem kalktı ve kollarını açtı. Kollarını ve sevgisizlikten boşalan, boynu bükülen iç dünyasını doldurmamı, ona sarılmamı istiyordu. Çenemde ekmek kırıntıları, tişörtümde pekmez lekeleri ile uzun uzun sarıldık. Göz yaşlarını belli etmemek için sarılıyormuş gibi davrandığını düşündüm . Tamam, annem sarılmayı zaten pek sevmezdi, ama ağlamak, onun için ölümden de beterdi. Ve ağlıyordu işte. Koca valide, ilk kez beni özlediği için gözyaşlarını tutamıyor, bırakıyor, özgürleştiriyor, kontrolünü kaybediyordu. Kırılmaması için anlamamazlıktan geldim. Sarılmayı bıraktıktan sonra yüzünü saklayarak mutfağa gitti ve yüzünü yıkadı. Sonra da bütün bunları düşünmek ve güne hazırlanmak için odama çekildim. Gün, şimdi başlıyordu.

14.50

Artık onunla konuşmamın zamanı gelmişti. Ama en son konuşmanın nasıl içime oturduğunu hatırladığım için bu sefer uzun, etkileyici, bütün duygularımı anlatan bir konuşma hazurlamaya çalışmıştım. Camına ufak taşlar attım ve cama çıktı. Sonra kağıda yazdığım notu fırlattım. Hemen tuttu, hem de mükemmel bir teknikle.İçeri gidip okudu.

“Sevgili dostum, özledim seni. Eğer sen de özlediysen saat 16.00'da benimle Yıldız Parkı'nda buluş. Yanında kimseyi getirme ne olur. Sana anlatacağım o kadar çok şey var ki. Kimse bölsün istemiyorum.”

Notu okuduktan sonra bir not yazmış. Cama çıkıp kafama doğru gönderdi.

“Tamam.”

Sevincimi belli etmemeye çalışarak içeriye girdim. Şimdi en güzel pantolonumu giyip müstakbel sevgilim Gülşah ile buluşabilirdim. Zaman alehime işliyordu. Hemen giyinip, taranıp çıktım ve Yıldız Parkı'na koştum. Erken gittiğimi tabi ki biliyordum, ama erken gitmek gelmişti içimden işte. Çünkü önce heyecan içinde beklemek, sonra dolu dolu sarılmak ve umarsızca öpmek istiyordum onu. Ellerimde hayallerimle, beklemeye koyuldum.

16.00

İşte geliyordu. Benim oturduğum banka doğru, emin adımlarla. Yüzünde her zamanki ifade vardı, çocukluğumdan beri görmeye alışık olduğum, kendinden emin, bir kaşı kalkık, hafif gülümseyen. Eteği bacaklarını okşayıp beni deli gibi kıskandırmaya çalışıyor ve göğüsleri elbisesi içinde özgürlerini kazanmak için devrim planları yapıyor gibiydi. Dudaklarında kırmızı bir ruj vardı. Saçları, omuzlarına masaj yapmakta, boynunu yalamakta, gözlerine doğru nefes alıp vermekteydi. Gelip yanıma oturmasına izin vermeden koşup sarıldım. Sarılma anımız istediğim gibi pek uzun sürdü ama planladığım gibi sarılmadan sonra onu öpemedim. Sonra ise oturdu ve bana bakmaya başladı.

“Sen de oturmayacak mısın?”

Oturmayacaktım. Boğazımı temizledim. Biraz tedirgin şekilde bakıyordu. Konuşmamı hiç beklemiyor gibiydi, ama ne zamandır onun için hazırladığım konuşmayı yapmayı bugün kafaya koymuştum, yapacaktım. Biz dost olamazdık işte, olamazdık. Ve bu konuşmamın ana teması da tam olarak buydu.

“Seni seviyorum. Çok, çok, öyle çok ki. Kelimeleri doğru kullanamayacağımdan korkarak bu laftan sonra pek bir şey söyleyecek cesareti dahi bulamadım şimdiye kadar kendimde. Ama bugün, söyleyeceğim. Bu lafın ardını getirip, sana, seni ne kadar sevdiğimi bir şekilde anlatacağım Gülşah.

Görüyorum, kollarını bağladın ve canının sıkıldığını tepkilerinle belli etmeye başladın. Ama şuraya geldiysen, birazcık hatırım varsa, beni bir yarım saat dinle ne olur? Dinleyecek misin?”

“Elbette. Konuş bakalım.”

“Seni seviyorum. O kadar çok ki, yemek yerken yemeği ağzıma bulaştırmayı, birayı, rakıyı, Güneş'i, Ay'ı, küçüklükten kalan yegane oyuncaklarımı, anılarımızı, çıplak ayaklarla asfalt üzerinde koşmayı, tuzlu suyun dalgalanmasını izlemeyi, güzel bir filmi, tiyatroyu, serseriliği, sahilde kumdan kale yapmayı, kedileri, çiçekleri, ağaçları, gökyüzünü, havayı, toprağı, menemeni, pilakiyi, haydariyi, gülmeyi, konuşmayı, ağlamayı, sevinmeyi, mutlu olmayı, tuzlu fıstığı, radyasyonsuz çayı, kahveyi, güzel bir kokuyu veya hayatı hiçbir zaman seni sevdiğim kadar sevemeyeceğim sanırım. Yaşamımı anlamsız kılıyor sanki yokluğun Gülşah. Hep ol istiyorum. Hep! Sabah yanında uyanayım, gece yanında uyuyayım, öğlen kucağında dinleneyim, akşam dudaklarında ısınayım, sabaha karşı düşlerinle oynaşayım istiyorum. Seni seviyorum Gülşah ve elimi tutmanı, koşmanı, kaçmanı, özgürleşmeni istiyorum benimle. Başka birisi olmanı istiyorum. Sınırları geçelim, köprüleri yakalım istiyorum. Seni seviyorum Gülşah ve seninle gitmek istiyorum. Ne dersin? Gelir misin benimle?”

“Nereye?”
“Gidebildiğimiz yere kadar!”


...

Hiç yorum yok: