20 Haziran 1992 saat 9.36
Purom bitmişti. Havadaki nem
beni sıkmaya ve hareketsiz olmama rağmen yormaya devam etmekte, gözlerim Güneş'in
fizyon ve füzyonlarına bakmamayı kafalarına koyduğundan görüş alanımı iyice
daraltmakta ve ara ara geçen arabaların gürültüsü iyice canımı sıkmakta idi.
Gazete bayiinden bir gazete almıştım ve onu okumaktaydım. Gülşah tam olarak
altı dakika geç kalmıştı ve bu geç kalma eylemi yüzünden her saniye içime bir
uzak doğulu tarafından cam delmek için atılmış iğne gibi saplanıyordu.
Gazete, matbaa kokuyordu. Boya
ve kağıt. Ekşi ve keskin. Yoğun ve vurdumduymaz. Gazetedeki haberler ise, en
azından hava kadar ağır ve boğucuydu. --İlk haber; Rio Çevre ve Kalkınma Bildirgesi
kabul edildi, ikinci haber; Haliç'te yapılan yeni Galata Köprüsü Törenle
hizmete açıldı, üçüncü haber; Estonya'da Kron tekrar kullanılmaya başladı ,
dördüncü haber; Ankara'da bir kadın kocasının parmağını kesti ve çocuğuna
yedirdi, beşinci haber; yeni vergiler yolda, altıncı haber; ünlü aktristin donu
göründü, yedinci haber; kız arkadaşına sarkan adamı göle soktu ve sopa ile
döverek öldürdü.-- Son on
yıldır; her gün aynı haberleri okuyorduk. Ve o günden sonraki on yıl boyunca da
yine aynı haberleri okuyacaktık. Sadece isimler ve tarihler değişiyordu
haberlerde. Kendini tekrarlayan medya ve onun sessiz takipçilerinin memleketi
Türkiye.
Güneş nedeniyle tam açamadığım
gözlerimi sağa doğru çevirmem ile elinde bavuluyla gelen Gülşah'ı gördüm. İyice
terlemişti. Ter damlaları yanaklarını tırmalayarak çenesine doğru inmekte,
oradan da yere doğru ölüm atlayışı yapmakta ama yere değemeden buharlaşıp
atmosfere karışmaktaydı. Dudakları kurumuş, belirginleşmiş, bakım gerektiren
bir hal almış, omuzları, bavul taşımaktan hiç olmadığı kadar çökük bir hale
gelmiş, gözleri, Güneş'in tacizlerine karşı yorgunluk bayrağı sallamakta,
pantolonu, bacaklarını baya emmiş ve yol boyunca emmeye alıştığından iyice yapışmış,
iç çamaşırı, benim bilmediğim alemlere yelken açmış, göbek deliği ise tahminim
ciğerleri misali kasılıp gevşemelere başlamıştı.
Elleri, belki Güneş'in ışığının
yoğunluğundan, ayın yakın çekilmiş fotoğraflarındaki renk tonuyla iyice olmuş
kayısının içinin renk tonunun karıştırılmasıyla renklendirilmiş gibi
görünmekteydi. Nefesini havaya karıştırıp havayı kendisine aşık ederek bana
doğru yaklaştı. Dudaklarında yorgun ve endişeli bir ifade vardı. Bavulunu
oturduğum bankın önüne koydu, gerindi, derin bir nefes aldı ve sonra kendisini
banka doğru, yeni serilmekte olan bir çarşaf misali bırakıverdi. Birkaç
oflamadan sonra gözlerini bana dikti ve gülümsememe sinir olmuş halde
gamzelerini öne doğru ittirip dudaklarını bükerek derin bir nefes daha aldı.
“Gitmiyor muyuz?”
“Gidiyoruz.”
“Ne zaman?”
“Arkadaşım geldiğinde.”
“Arkadaşının adı neydi bu
arada?”
“Federica.”
“Federica mı? Kadın mı yani?”
“Evet, İtalya'daki bir numaralı
kankamdı benim. Seni de mutlaka sevecektir.”
“Peki, gelse de gitsek be!”
Bir süre dinginleştik ve iyice
arkamıza yaslanarak kemiklerimizi özgürleştirdik.
“Gökyüzüne karışmaya mı?”
“Gökyüzüne karışmak senin
tercihin olabilir. Ben deniz gibi kokmak istiyorum.”
“Toprak gibi kokmak da güzel.
Islak kokmak. Deniz kuru kokar değil mi?”
“Denizlerin kokusunu
kategorilere sokmamak lazım bence. Ege, Roman kızı gibi kokar, Karadeniz, büyük
memeli Alman çiftçi kızı olabilir, Akdeniz ise, zeytinyağına bulanmış Akdeniz
erkeği, yeşil gözlü, kumral, güzel bir gülümsemeye sahip.”
“Akdeniz'e gitmemek lazım o zaman.”
“Akdeniz'e kesinlikle gitmemiz
lazım!”
“...”
“...”
“Hey, geliyor sanırım. Bu onun
karavanı.”
1 yorum:
Yorum Gönder