Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Temmuz 2008 Pazar

22. Bölüm



20 Haziran 1992 saat 9.36

Purom bitmişti. Havadaki nem beni sıkmaya ve hareketsiz olmama rağmen yormaya devam etmekte, gözlerim Güneş'in fizyon ve füzyonlarına bakmamayı kafalarına koyduğundan görüş alanımı iyice daraltmakta ve ara ara geçen arabaların gürültüsü iyice canımı sıkmakta idi. Gazete bayiinden bir gazete almıştım ve onu okumaktaydım. Gülşah tam olarak altı dakika geç kalmıştı ve bu geç kalma eylemi yüzünden her saniye içime bir uzak doğulu tarafından cam delmek için atılmış iğne gibi saplanıyordu.

Gazete, matbaa kokuyordu. Boya ve kağıt. Ekşi ve keskin. Yoğun ve vurdumduymaz. Gazetedeki haberler ise, en azından hava kadar ağır ve boğucuydu. --İlk haber; Rio Çevre ve Kalkınma Bildirgesi kabul edildi, ikinci haber; Haliç'te yapılan yeni Galata Köprüsü Törenle hizmete açıldı, üçüncü haber; Estonya'da Kron tekrar kullanılmaya başladı , dördüncü haber; Ankara'da bir kadın kocasının parmağını kesti ve çocuğuna yedirdi, beşinci haber; yeni vergiler yolda, altıncı haber; ünlü aktristin donu göründü, yedinci haber; kız arkadaşına sarkan adamı göle soktu ve sopa ile döverek öldürdü.-- Son on yıldır; her gün aynı haberleri okuyorduk. Ve o günden sonraki on yıl boyunca da yine aynı haberleri okuyacaktık. Sadece isimler ve tarihler değişiyordu haberlerde. Kendini tekrarlayan medya ve onun sessiz takipçilerinin memleketi Türkiye.

Güneş nedeniyle tam açamadığım gözlerimi sağa doğru çevirmem ile elinde bavuluyla gelen Gülşah'ı gördüm. İyice terlemişti. Ter damlaları yanaklarını tırmalayarak çenesine doğru inmekte, oradan da yere doğru ölüm atlayışı yapmakta ama yere değemeden buharlaşıp atmosfere karışmaktaydı. Dudakları kurumuş, belirginleşmiş, bakım gerektiren bir hal almış, omuzları, bavul taşımaktan hiç olmadığı kadar çökük bir hale gelmiş, gözleri, Güneş'in tacizlerine karşı yorgunluk bayrağı sallamakta, pantolonu, bacaklarını baya emmiş ve yol boyunca emmeye alıştığından iyice yapışmış, iç çamaşırı, benim bilmediğim alemlere yelken açmış, göbek deliği ise tahminim ciğerleri misali kasılıp gevşemelere başlamıştı.
Elleri, belki Güneş'in ışığının yoğunluğundan, ayın yakın çekilmiş fotoğraflarındaki renk tonuyla iyice olmuş kayısının içinin renk tonunun karıştırılmasıyla renklendirilmiş gibi görünmekteydi. Nefesini havaya karıştırıp havayı kendisine aşık ederek bana doğru yaklaştı. Dudaklarında yorgun ve endişeli bir ifade vardı. Bavulunu oturduğum bankın önüne koydu, gerindi, derin bir nefes aldı ve sonra kendisini banka doğru, yeni serilmekte olan bir çarşaf misali bırakıverdi. Birkaç oflamadan sonra gözlerini bana dikti ve gülümsememe sinir olmuş halde gamzelerini öne doğru ittirip dudaklarını bükerek derin bir nefes daha aldı.

“Gitmiyor muyuz?”
“Gidiyoruz.”
“Ne zaman?”
“Arkadaşım geldiğinde.”
“Arkadaşının adı neydi bu arada?”
“Federica.”
“Federica mı? Kadın mı yani?”
“Evet, İtalya'daki bir numaralı kankamdı benim. Seni de mutlaka sevecektir.”
“Peki, gelse de gitsek be!”

Bir süre dinginleştik ve iyice arkamıza yaslanarak kemiklerimizi özgürleştirdik.

“Gökyüzüne karışmaya mı?”
“Gökyüzüne karışmak senin tercihin olabilir. Ben deniz gibi kokmak istiyorum.”
“Toprak gibi kokmak da güzel. Islak kokmak. Deniz kuru kokar değil mi?”
“Denizlerin kokusunu kategorilere sokmamak lazım bence. Ege, Roman kızı gibi kokar, Karadeniz, büyük memeli Alman çiftçi kızı olabilir, Akdeniz ise, zeytinyağına bulanmış Akdeniz erkeği, yeşil gözlü, kumral, güzel bir gülümsemeye sahip.”
“Akdeniz'e gitmemek lazım o zaman.”
“Akdeniz'e kesinlikle gitmemiz lazım!”
“...”
“...”



“Hey, geliyor sanırım. Bu onun karavanı.”

1 yorum:

Sinan dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.