22 Haziran 1991. G.H.W. Bush gelip
gitmişti memlekete onca kavga gürültü arasında. Ağaçlar yaprakların arasından
meyve fışkırtıyordu ve son dönemini yaşıyordu Yugoslavya, silahlarını kuşanmış,
kana susamış çenesinin salyalarını silmekte iken. SSCB sıcağın da bastırmasıyla
iyice dağılmaya yaklaşmıştı belki de kim bilir. Koca sosyalist son nefesini
vermekte, ufak devletlerin bile bağımsızlık ilanlarına engel olamamaktaydı.
Yeni bir çağ başlıyordu Yaşlı Dünya'da, emperyalizmin tek, yıkılmaz kale
olacağı, Küba ve Latin Amerika ülkelerinin yalnız başına savaşmak zorunda
kalacağı. Antalya'da yabancı turistler vajinalarını ve yumurtalıklarını tuzlu
ama serin su ile rahatlatırken Birleşmiş Milletler Irak'a bomba yağdırmakta,
Saddam'ın zorla asker yaptığı şanssız Iraklılar'dan ölü yığınları oluşturmakta
idi. Böyleydi Dünya işte, her zaman olduğu gibi; katil, hızlı, çelişkili.
Ben ise okulu bitmesini
kutluyordum bir ağacın tepesinde yaprakların dallarına sigara dumanını
üflüyerek ve köpüğü gümüş renginde olan biramı dudaklarımı ve ruhumu serinletmek
için hor kullanarak. Karıncaların istila ettiği ağacın üstünde, karıncanın
çalışkan ruhuna aykırı bir şekilde zamanı hızlı bir şekilde öldürmekte ve
ruhumun hiç olmadığı kadar dinginleşmesini seyretmekteydim. Hiçbir şey
ilgilendirmiyordu beni artık. Rüzgar, hava , su , toprak, güneş, martılar, aşk,
yoğurtlu iskender, gözyaşı, Gülşah, Gülşah veya Gülşah. Bu yazdıklarımın son
kısmı biraz yalan kokuyor olabilir ama öyleydi işte, ister inanın ister
inanmayın. Yok yok, inanın.
Üstünde oturduğum ağaç, üç metre
boyunda yaşlı bir erik ağacıydı. Sahibi Kemal amca, ağaca karıncalar çıkmasın
diye kireçle gövdesini boyamıştı ama karıncalar ağacın içinden kendilerine yol
yaparak, ne edip ne yapıp ağaca çıkmış, eriklerden, daha olmamasına rağmen
ısırıklar almaya başlamış, yaprakları delik deşik etmiş ve benim bedenimde ufak
kızarıklıklar bırakmıştı. Bisikletine yeni zil almış bir çocuk geçiyordu ikinci
sigaramı yaktığımda, “Çın çın! Çın çın!” sadece baş parmak ile insanın ruhunu
çoşturan bir melodi. Futbol oynuyordu ayakkabıları yırtık, dizleri yara olmuş,
sonra soyduklarından biftek gibi pembeleşmiş, İstanbul çocukları. Birazdan,
mini etekli, zayıf, gözlüklü bir kadın geçecekti önlerinden. Kadının
vajinasından yayılan koku, ergen bedenlerini erkek hormonu ile dolduracak,
boğazları, yutkunmalarla boğulacaktı ufaklıkların. Topuklu ayakkabısının tok
sesleri kaldırıma her vurduğunda, her birisinin midesine geçecekti o topuk, kim
bilir? Sonra, mahrem yerlerinde çıkmış yeni tüyleri rüzgar okşayacak ve futbol
kadının kokusunu bastırıp onları yeniden çocuk dünyalarına çekecekti. Güzeldi
İstanbul işte, bir tabak kabak kızartması kadar, una bulanıp kızartılmış,
yoğurdu bol, serin, yağlı, sarı, yeşil ve beyaz.
İşte, ben bunları düşünürken
ağacın tepesinde huzur ve sükunet içerisinde, yolun diğer tarafından, acele ile
bir kız yaklaşmıştı. Ağacın yanına gelip bana seslenene kadar ben
düşündüklerimi düşünmeye devam etmiş ve futbol oynayan çocukları, sigara ve
bira eşliğinde izleme zevkini sürdürmüştüm. Sonra adımı duyunca duraksadım,
döndüm, aşağıya baktım. Gülşah! Önce uzun uzun bana baktı bir şeyler anlatmak
istermiş gibi, sonra dudaklarını aralayıp arıları çekmek için polen kokusu
salgılamaya devam etti.
“Ben de geliyorum ağacın
tepesine. Bak, biram da var. Az önce eve giderken gördüm seni ve keyfine hayran
kaldım. Ne biçim komşusun oğlum sen? Kendine paşalar gibi aktiviteler
buluyorsun ama bizi çağırmıyorsun? Çek beni hadi.”
“Çekmem, çekemem. Çekmemeye
karar verdim. Kendi kendime kutlama yapıyorum gördüğün gibi, tatile girişimin
kutlaması. Sadece ben ve şu karşıda futbol oynayan çocuklar davetli. Her şey
bitti işte. İşim gücüm yok. Sorumluluğum yok, yok oğlu yok! Ama paylaşmam kolay
kolay. Hiç umutlanma küçük hanım.”
“Paylaşmana gerek de yok zaten.
Ben kendi kutlamamı yanımda getirdim, senin kutlamana ortak olmayacağım ki,
benim de bitti okul, ben de özgürüm, ben de sinek kuşuyum, ben de ağaçkakanım,
ben de elma kurduyum artık. Hadi Emre, çek beni.”
“Çekemem. Aşıktım ben sana
unuttun mu? Niye hala benimle takılmak istiyorsun anlamadım zaten.”
“Çek de anlatayım ulan!”
Yukarı çektim. Önce halimize
güldük. Biraz bakıştık. Birasını açtı sonra. Sigaramdan bir fırt çekti ve
boğazını temizledi. Sanki ünlü bir konuşmacı gibiydi karşımda, sadece mikrofonu
ve kağıtları eksikti ve fazlası su yerine birası.
“Bak Emre. Öncelikle sigara
sağlığa zararlı. Ayrıca insanın nefesini boktan kokutuyor. Bir kızın pek tercih
etmeyeceği şeyler bunlar. Karşındakinin dudaklarına ve ağız tadına saygı
duyuyorsan bu söylediğimi dikkate almalısın. Sonra, senin bana aşık olmana
gelirsek. Üzüldüm mü sevindim mi tam olarak ben de bilmiyorum Emre. O gecenin
üzerinden iki ay geçti ama hiç benimle konuşmadın. Öncelikle şunu öğrenmen
lazım, senin aşık olduğunu bana kuşlar bildiremez değil mi? Yani senin aşık
olduğunu bilip diğer erkeklerle ilişkilerimi kesemem. Haksız mıyım? Haklıyım. O
yüzden bir erkek arkadaşım var diye küsüp gitmen manasız. Ayrıca bir erkek
arkadaşımın olması benim ona aşık olduğum anlamına da gelmez. Ha benim bunları
söylemem sana aşık olduğum anlamına da gelmez o yüzden kendine umut kuyuları
kazma ve sonra da düşme. Sadece şunu bil ki, o çocuk ile çıkıyorum çünkü
hoşlanıyorum. Aşk değil bu, öylesine bir ilişki, öylesine. Daha lisedeyiz yahu,
değil mi? Gerçekçi olmam lazım değil mi? Tamam, aşkına saygı duyuyorum ve hatta
o çocuk olmasa senden hoşlandığımı da kabul edebilirdim ama maalesef şuan
olmaz. Anlamsız, manasız olur. O yüzden, dostluğumuz zedelenmesin Emre,
birlikte neler yaşadık, hatırlasana. Denize gittik, maç yaptık, dertleştik, ilk
alkolümüzü beraber içtik. Önemli şeyler bunlar. Dostluğumuz belki nice aşktan
daha önemli , daha derin. O yüzden böyle davranma bana ne olur. Dost kalalım.
Tamam mı? Sonsuza kadar demiyorum bak, olayı romantikleştirme. Gerçekçi olalım
ve şuan dosttan öte bir şey olamadığımızı idrak edelim istiyorum. Beni
seviyorsan dostluğumu da kabul edersin değil mi?”
“Seviyorum seni.”
“Dost muyuz?”
“Dostuz... Ama bir şartım var.
Aldığın biraları burada bırakıp gitmeni istiyorum. Tamam mı? Benim için bu
kabullenmesi zor bir şey ve şuan hemen idrak edemeyebilirim. Biralara gelince,
hava sıcak ve ağaçtan düşene kadar sarhoş olmak istiyorum izninle. Erik çalan
periler görene kadar, yapraklardan ev yapan sincaplar, ağaca göç eden
solucanlar görene kadar burada kalmak istiyorum. Tamam mı?”
“Peki. Ama iki bira borcun
var.”
“Üç yapalım hadi.”
Ağaçtan indi, beyaz
çoraplarının tozunu dövdü elleriyle ve doğruldu.
“Görüşürüz Emre.”
Ve gitti. Rüzgarın ittirmesiyle
belki, belki ayaklarının altına kümelenmiş iki milyon karıncanın desteğiyle.
Ama gitti. Güneş batmaya yaklaşıyordu o giderken, anneleri çocukların eline
salçalı ve bitkisel yağ sürülmüş ekmekler tutuşturmuş, sokağa salmışlardı akşam
yemeğine kadar. Ve gitti o. Salçalı ekmek yiyen çocukların arasından,
bacaklarının renk tonu ile içlerini kavurarak ufaklıkların. Gitti. Ve
kutlamamın da keyfimin de içine etmiş oldu hüzünlendirerek.
ve...
gitti...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder