Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Haziran 2008 Çarşamba

16.Bölüm



22 Haziran 1991. G.H.W. Bush gelip gitmişti memlekete onca kavga gürültü arasında. Ağaçlar yaprakların arasından meyve fışkırtıyordu ve son dönemini yaşıyordu Yugoslavya, silahlarını kuşanmış, kana susamış çenesinin salyalarını silmekte iken. SSCB sıcağın da bastırmasıyla iyice dağılmaya yaklaşmıştı belki de kim bilir. Koca sosyalist son nefesini vermekte, ufak devletlerin bile bağımsızlık ilanlarına engel olamamaktaydı. Yeni bir çağ başlıyordu Yaşlı Dünya'da, emperyalizmin tek, yıkılmaz kale olacağı, Küba ve Latin Amerika ülkelerinin yalnız başına savaşmak zorunda kalacağı. Antalya'da yabancı turistler vajinalarını ve yumurtalıklarını tuzlu ama serin su ile rahatlatırken Birleşmiş Milletler Irak'a bomba yağdırmakta, Saddam'ın zorla asker yaptığı şanssız Iraklılar'dan ölü yığınları oluşturmakta idi. Böyleydi Dünya işte, her zaman olduğu gibi; katil, hızlı, çelişkili.

Ben ise okulu bitmesini kutluyordum bir ağacın tepesinde yaprakların dallarına sigara dumanını üflüyerek ve köpüğü gümüş renginde olan biramı dudaklarımı ve ruhumu serinletmek için hor kullanarak. Karıncaların istila ettiği ağacın üstünde, karıncanın çalışkan ruhuna aykırı bir şekilde zamanı hızlı bir şekilde öldürmekte ve ruhumun hiç olmadığı kadar dinginleşmesini seyretmekteydim. Hiçbir şey ilgilendirmiyordu beni artık. Rüzgar, hava , su , toprak, güneş, martılar, aşk, yoğurtlu iskender, gözyaşı, Gülşah, Gülşah veya Gülşah. Bu yazdıklarımın son kısmı biraz yalan kokuyor olabilir ama öyleydi işte, ister inanın ister inanmayın. Yok yok, inanın.

Üstünde oturduğum ağaç, üç metre boyunda yaşlı bir erik ağacıydı. Sahibi Kemal amca, ağaca karıncalar çıkmasın diye kireçle gövdesini boyamıştı ama karıncalar ağacın içinden kendilerine yol yaparak, ne edip ne yapıp ağaca çıkmış, eriklerden, daha olmamasına rağmen ısırıklar almaya başlamış, yaprakları delik deşik etmiş ve benim bedenimde ufak kızarıklıklar bırakmıştı. Bisikletine yeni zil almış bir çocuk geçiyordu ikinci sigaramı yaktığımda, “Çın çın! Çın çın!” sadece baş parmak ile insanın ruhunu çoşturan bir melodi. Futbol oynuyordu ayakkabıları yırtık, dizleri yara olmuş, sonra soyduklarından biftek gibi pembeleşmiş, İstanbul çocukları. Birazdan, mini etekli, zayıf, gözlüklü bir kadın geçecekti önlerinden. Kadının vajinasından yayılan koku, ergen bedenlerini erkek hormonu ile dolduracak, boğazları, yutkunmalarla boğulacaktı ufaklıkların. Topuklu ayakkabısının tok sesleri kaldırıma her vurduğunda, her birisinin midesine geçecekti o topuk, kim bilir? Sonra, mahrem yerlerinde çıkmış yeni tüyleri rüzgar okşayacak ve futbol kadının kokusunu bastırıp onları yeniden çocuk dünyalarına çekecekti. Güzeldi İstanbul işte, bir tabak kabak kızartması kadar, una bulanıp kızartılmış, yoğurdu bol, serin, yağlı, sarı, yeşil ve beyaz.

İşte, ben bunları düşünürken ağacın tepesinde huzur ve sükunet içerisinde, yolun diğer tarafından, acele ile bir kız yaklaşmıştı. Ağacın yanına gelip bana seslenene kadar ben düşündüklerimi düşünmeye devam etmiş ve futbol oynayan çocukları, sigara ve bira eşliğinde izleme zevkini sürdürmüştüm. Sonra adımı duyunca duraksadım, döndüm, aşağıya baktım. Gülşah! Önce uzun uzun bana baktı bir şeyler anlatmak istermiş gibi, sonra dudaklarını aralayıp arıları çekmek için polen kokusu salgılamaya devam etti.
“Ben de geliyorum ağacın tepesine. Bak, biram da var. Az önce eve giderken gördüm seni ve keyfine hayran kaldım. Ne biçim komşusun oğlum sen? Kendine paşalar gibi aktiviteler buluyorsun ama bizi çağırmıyorsun? Çek beni hadi.”
“Çekmem, çekemem. Çekmemeye karar verdim. Kendi kendime kutlama yapıyorum gördüğün gibi, tatile girişimin kutlaması. Sadece ben ve şu karşıda futbol oynayan çocuklar davetli. Her şey bitti işte. İşim gücüm yok. Sorumluluğum yok, yok oğlu yok! Ama paylaşmam kolay kolay. Hiç umutlanma küçük hanım.”
“Paylaşmana gerek de yok zaten. Ben kendi kutlamamı yanımda getirdim, senin kutlamana ortak olmayacağım ki, benim de bitti okul, ben de özgürüm, ben de sinek kuşuyum, ben de ağaçkakanım, ben de elma kurduyum artık. Hadi Emre, çek beni.”
“Çekemem. Aşıktım ben sana unuttun mu? Niye hala benimle takılmak istiyorsun anlamadım zaten.”
“Çek de anlatayım ulan!”
Yukarı çektim. Önce halimize güldük. Biraz bakıştık. Birasını açtı sonra. Sigaramdan bir fırt çekti ve boğazını temizledi. Sanki ünlü bir konuşmacı gibiydi karşımda, sadece mikrofonu ve kağıtları eksikti ve fazlası su yerine birası.
“Bak Emre. Öncelikle sigara sağlığa zararlı. Ayrıca insanın nefesini boktan kokutuyor. Bir kızın pek tercih etmeyeceği şeyler bunlar. Karşındakinin dudaklarına ve ağız tadına saygı duyuyorsan bu söylediğimi dikkate almalısın. Sonra, senin bana aşık olmana gelirsek. Üzüldüm mü sevindim mi tam olarak ben de bilmiyorum Emre. O gecenin üzerinden iki ay geçti ama hiç benimle konuşmadın. Öncelikle şunu öğrenmen lazım, senin aşık olduğunu bana kuşlar bildiremez değil mi? Yani senin aşık olduğunu bilip diğer erkeklerle ilişkilerimi kesemem. Haksız mıyım? Haklıyım. O yüzden bir erkek arkadaşım var diye küsüp gitmen manasız. Ayrıca bir erkek arkadaşımın olması benim ona aşık olduğum anlamına da gelmez. Ha benim bunları söylemem sana aşık olduğum anlamına da gelmez o yüzden kendine umut kuyuları kazma ve sonra da düşme. Sadece şunu bil ki, o çocuk ile çıkıyorum çünkü hoşlanıyorum. Aşk değil bu, öylesine bir ilişki, öylesine. Daha lisedeyiz yahu, değil mi? Gerçekçi olmam lazım değil mi? Tamam, aşkına saygı duyuyorum ve hatta o çocuk olmasa senden hoşlandığımı da kabul edebilirdim ama maalesef şuan olmaz. Anlamsız, manasız olur. O yüzden, dostluğumuz zedelenmesin Emre, birlikte neler yaşadık, hatırlasana. Denize gittik, maç yaptık, dertleştik, ilk alkolümüzü beraber içtik. Önemli şeyler bunlar. Dostluğumuz belki nice aşktan daha önemli , daha derin. O yüzden böyle davranma bana ne olur. Dost kalalım. Tamam mı? Sonsuza kadar demiyorum bak, olayı romantikleştirme. Gerçekçi olalım ve şuan dosttan öte bir şey olamadığımızı idrak edelim istiyorum. Beni seviyorsan dostluğumu da kabul edersin değil mi?”
“Seviyorum seni.”
“Dost muyuz?”
“Dostuz... Ama bir şartım var. Aldığın biraları burada bırakıp gitmeni istiyorum. Tamam mı? Benim için bu kabullenmesi zor bir şey ve şuan hemen idrak edemeyebilirim. Biralara gelince, hava sıcak ve ağaçtan düşene kadar sarhoş olmak istiyorum izninle. Erik çalan periler görene kadar, yapraklardan ev yapan sincaplar, ağaca göç eden solucanlar görene kadar burada kalmak istiyorum. Tamam mı?”
“Peki. Ama iki bira borcun var.”
“Üç yapalım hadi.”
Ağaçtan indi, beyaz çoraplarının tozunu dövdü elleriyle ve doğruldu.
“Görüşürüz Emre.”
Ve gitti. Rüzgarın ittirmesiyle belki, belki ayaklarının altına kümelenmiş iki milyon karıncanın desteğiyle. Ama gitti. Güneş batmaya yaklaşıyordu o giderken, anneleri çocukların eline salçalı ve bitkisel yağ sürülmüş ekmekler tutuşturmuş, sokağa salmışlardı akşam yemeğine kadar. Ve gitti o. Salçalı ekmek yiyen çocukların arasından, bacaklarının renk tonu ile içlerini kavurarak ufaklıkların. Gitti. Ve kutlamamın da keyfimin de içine etmiş oldu hüzünlendirerek.

ve...
gitti...

Hiç yorum yok: