22 Mart 1991 saat 23.44 . Gözyaşlarım,
karıncaların koklayıp kaçtığı su birikintilerine karışıyordu, ben yaşlı kavak
ağacının dibinde, dolaptan çaldığım annemin şarabını dudaklarımı ıslatması için
kullanırken. Gölün üzerindeki melekler dans etmekte, birbirlerini kovalamakta,
su sıçratmakta, regl olmakta, sevişmekte, azmakta, kıl koparmakta, öpüşmekte
nispetine, yuvarlanmakta, zıplamakta, konserve açmakta, ot çekmekte, kokain
satmakta ve ruh kaynatmaktaydılar. Gülşah'ın benim odamın hizasında olmayan
camından yansıyan ışık, gecenin içine tahtını kurmuş, nargilesini tüttürüyordu.
Saatlerdir volta atan
ayaklarım, içi su toplamış hayallerim, boka batmış laflarım, kazınmış aşkım,
solmuş ruhum ve kelimesi kelimesine ezberlediğim şiirlerim beni Gülşah'ın
camına bir şeyler fırlatmak için tahrik ediyor, dürtüyor ve zorluyordu. Derken
gölden bir balık çıktı, elinde bir kağıt, iyi giyimli, orta yaşlı, hafif kokmuş
ama parfüm ile kokusunu değiştirmeyi bilmiş ve orta boylu ama boyu ile gurur
duyan cinsten. Oturduğum yerin karşısındaki kütüğe, yani kürsüye geçip,
boğazını temizledi. “Tanrı, yoğurdu değil, sütü yaratandır. Aynı şekilde
umudu değil geleceği yaratan olduğu gibi. Ama insanlar, bütün yaratılmış
şeyleri ,bütün yaratıcılık kokan eserleri Tanrı'ya atfedip, her şeyi onun
kudretinin bir yansıması olarak görürler. Ama bu yanlıştır. Eğer Tanrı, her
şeyi kendi başına yaratan bir megaloman olsaydı, insanlara yaratıcı zeka ve muhakeme
gücü verip eserinin eserlerini, yani öğrencisinin yaptıklarını izlemeye zaman
ayırmazdı. Eğer Tanrı, öğrencisine, eserine zaman ayırmayan bir varlık olsaydı,
özgür irade, mantık, insan gibi kavramların da oluşmasına gerek kalmazdı. Evet,
soru şuysa: “Tanrı yaratıcı mıdır?”. Cevap bellidir. Ama her şeyin onun eseri
olması, onu gururlu bir usta değil megaloman bir genç yapar ki genç olarak
anılmak Tanrı'nın kesinlikle kabul etmeyeceği bir şeydir. Şimdi, senin
problemine gelirsek, senin de problemin, yaratıcılık. Tanrı'nın yaratıcılığı
gibi. Şu gözyaşlarını, aşk acını, sarhoşluğunu ve beni, kendi başına yaratmış
ve başına musallat etmişsin. Aşk denilen olguyu daha çocukluk hayallerinin
temelinin üzerine atarak, çıkarılması ya da yok edilmesi ya da yok sayılması
imkansız bir olgu, bir klişe haline getirip, kendini o kızsız bir hiç konumuna
getirmişsin. Şimdi, senin aşkında benim konumuma gelirsek. Ben balığım, benim
metabolizmam, unutma özelliği ile ve de bol fosforu ile tanınan lezzetli bir
besindir. Sistemim hızlı unutur ve bu benim aşk konusunda problem yaşayıp senin
gibi ucuz şarap içmeme vesile olmaz. Bu yüzden Tanrı beni sana örnek olsun diye
bu tatlı suyun içinden gönderip bu kelimeleri boğazımdaki teybin içine
yerleştirip seni etkilememi sağlamış olabilir. Ama bizim takılmamız gereken
nokta bu değil, tam olarak şu, aşk denilen olgu, senin beyninin yaratıcılık
sınırları dahilinde ise, onu beyninden dışarı fırlatıp tekrar hayata devam etme
hakkına da sahip olman gerekir. Yanılıyor muyum? Yani son sözüm, unut, balığı
dinle, unut, unut, unut. Bırak uçsun, bırak rüzgara, hissizliğe, tuza, şekere,
çaya, dişe, dudağa, ormana, toprağa, bekaret zarlarına, meme uçlarına,
vajinalara, gözlere, kirpiklere, saçlara, geçmişe, geleceğe, Tanrı'ya karışsın
aşkın. Enerji olsun, başka bedenlere sığsın, unut, bırak eserini , tutup bencil
olma, çünkü Tanrı, bencil sanatçıları pek seven bir varlık değildir.” Ardından,
geldiği gibi denize geri döndü. Şaşıramayacak kadar içmiştim. Şaşırmadım.
Düşündüm balık gittikten sonra,
odasından süzülen ışığa baktım, gerildim, kaşındım, dişlerimi temizledim,
alkolü kokladım. Acıdım kendime, düşlerime, aşkıma. Yoğurdu düşündüm. Sütü
düşündüm. Sütü istemsiz yoğurt ettiğim çıkarımları yaptım. Ama şaşırmadım.
Şaşırmayacak kadar içmiştim. Emindim.
Odasının ışığı söndü sonra. Bir
ses yankılanmaya başladı gecenin duvarlarına vura vura. “Unut.” “Unut.”
O gece, o kadar içmiştim ki,
unutamayacağımı unutamayacak kadar sarhoş olduğumu, ertesi gün anlayacaktım...
1 yorum:
Yorum Gönder