Karavanımızı Değirmendere
sahiline çekmiştik ve neredeyse bir saattir şarap içip denizin dinginliği ile
ruhlarımızı doyurmaktaydık. Federica, bozuk Türkçesi ile bize garip aşk
hatıralarını anlatıyordu. Her anlattığının sonunda sağlam bir kahkaha
patlatıyor ve şarap şişesini kafasına dikerek mehtabı kendi dilinde selamlama
eylemine girişiyordu. Biraz sarhoş olmuştu. Biz de Gülşah ile Federica'nın
haline bakıp birbirimize manalı bakışlar atıyor ve gülümsüyorduk.
Çok geçmeden Federica iyice
sarhoş oldu. Karavana yatırdık ve mışıl mışıl uyumasını izledik bir süre.
Sonra, başka bir şişe şarap açıp sahile geçtik ve içmeye devam ettik. Gülşah'ın
altında kesik bir kot vardı, buğday renginde bacakları, ayın ışığında gözlerimi
kamaştırıyordu. Ara ara gözlerim takılıyordu tabi ki ister istemez. Üzerine
biraz reçel dökmek, yol alışını izlemek, yolun sonunda, yani bitiş noktasında
da dilimle tebrik etmek istiyordum. Gülşah, bu göz takılmalarını görünce sağlam
bir kahkaha patlattı ve “Bak oğlum bak, bildiğin bacak işte. Bakmakla bitmez
utanma!”, diyerek beni daha çok utandırdı.
Üzerine, Federica'nın verdiği
bir gömlek geçirmişti. Gömleği, belini açık bırakacak şekilde önden bağlamış ve
bu sayede göğüslerini biraz yukarı kaldırmıştı. Şişeyi her ağzına götürdüğünde
bir damla şarap özgürlüğe kavuşmak için az çatlamış dudaklarından aşağı doğru
kaçmaya çalışıyor ama bir sırtlan kadar çevik dili bunu hemen fark edip
oracıkta parçalayıp yutuyordu. Gözleri, daha çok Ay'ın üzerindeydi. Git gide Ay'ı
biraz daha kıskanıyordum. Kirpikleri, üzerinde cinler oynaşıyormuş gibi
hareketli ve cilalanmış kadar parlaktı. Gözümü ondan alamıyordum anlayacağınız,
ama güzel cümleler kurmakta da zorluk çekiyordum, sabah olan olayın pişmanlığı
neticesinde.
“Emre, sence gezmek ne kadar
manalı?”
“Bilmem, hoş bir şey
sayılabilir. Yeni yerler görüyorsun.”
“Bunu birileriyle, dostlarınla
vesaire paylaşmadıktan sonra bir manası kalır mı? Hoş şeyler paylaşıldığında da
hoş olduğundan sevmez miyiz zaten? Yalnız başına yapılan bir tatil insana ne
keyif verebilir ki?”
“Yalnız kalmayı verebilir.
Yalnız kalmak güzeldir.”
“Yo, güzel değildir. Sadece son
zamanlarda çok iyi yapılıyor reklamı. Yalnız kalmak? İnsan zaten kronik yalnız
bir varlıktır. Bu yüzden bu kadar çok arkadaşa, ilişkiye ihtiyaç duyuyoruz,
yalnızlığımızı gidermek için. Sen hiç yalnızlığını tamamen giderdiğini
hissettin mi?”
“Açıkçası hayır.”
“Bak, bir insan ne kadar çok
arkadaşa sahipse, ne kadar çok arkadaşlık ilişkilerine değer veriyorsa o kadar
yalnızdır. Hastalıktır yalnızlık. Toplum olmanın yarattığı bir hastalık.”
“Katılmıyorum be Gülşah.
İlişkilere önem verilmeli, hayatta daha güzel bir şey var mı sanki de
ilişkileri boşlayalım?”
“Yok, ben tam anlatamadım
kendimi. Yani ilişkilere tabi ki değer vermek lazım, ama aynı zamanda aç
gözlülük de yapmamak lazım. Bir insanın elli tane yakın arkadaşı olması o
insanın hiç yalnızlıktan kurtulamadığı anlamına gelir. Zaten elli tane yakın
arkadaşın olamaz, elli tane kendini çok sevdirdiğin arkadaşın olur. Yakın arkadaş
edinmek zordur.
Yalnızlığı en iyi gideren iki
yöntemden birisi, yakın arkadaş ve aşk. Tabi eğer bu ikiliyi bir bedende
bulabilirsen mükemmel. Zira yalnızlıktan yana derdin kalmaz. Ama ben şeylere
kızıyorum işte: Bölünmüş insanlara, aç gözlü insanlara, başkalarının yakın
arkadaşı olabilecek insanları destesine sokmuş insanlara, gereğinden fazla
arkadaş sahibi olan o güler yüzlü hiperaktiflere. Onların diktatörden farkı yok
biliyor musun? Diktatörler de halklarını inanılmaz sever ve (kendi kafalarında
oluşturduğu, aslında var olmayan)halklarını yüceltir. O kadar sever ki
köleleştirir. Yani bir insanın fazla insana sahip olmaya çalışması ya da sahip
olması aç gözlülük. Bir insan sevgi konusunda aç gözlüyse, canavardır. Bir
kişiyi çok sevebilirsin, ama iki kişiyi aynı ölçüde sevemezsin, her insanı aynı
ölçüde sevemezsin ve sevmeye çalışırsan ya diktatör olursun ya da başarısız.
İnsanlara karşı duyulan sevgi arasında eşitlik hiçbir zaman sağlanmamalı.”
“Haklısın.”
Bakıştık. Gözleri ruhunun
ateşine ayna olmuş, kızıl bir parlaklığa erişmişti, ağzında kalan az tükürükle
ıslattığı dudakları, yavaş yavaş, zamanın her salisesine bir hayal kurban
etmeye gönüllü gibi üzerime doğru geliyordu. Gözlerini kıstı, derin bir nefes
aldı ve...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder