16 Haziran 1992. Geçen bir yıl ile alakalı pek
bir şey anlatmayacağım çünkü lise iki boyunca İtalya'da idim ve Gülşah ile hiç
görüşemedik. En son konuşmamızdan sonra kendimi çok kötü hissetmiştim ve yaz
biter bitmez okula dilekçe vererek İtalya'ya gittim. Ben Türkiye'de yokken CHP
yeniden kurulmuş , Deniz Baykal isimli genç bir siyasetçi CHP'nin başına
geçmişti. Ben ise çok şaşırmıştım Ecevit yerine başka birisine CHP'yi emanet
etmelerine. Ne de olsa CHP ülkenin tarihinin en önemli partisiydi ve cumhuriyet
rejimi ayakta kaldıkça konumu her zaman çok mühim olacaktı. Her neyse , siyaset
hep aynıydı işte memleketimde, şaşırtıcı ve umutsuzlukla süslenmiş. Bu yüzden
siyasetten daha fazla bahsetmeyeceğim.
Atatürk Hava Limanı'nda uçaktan
inip İstanbul'a ayağımı dokundurduğumda, onu ne kadar özlemiş olduğumun farkına
vardım. Yaz gelmişti memleketime. Hala soğuk olmasına rağmen, İstanbul
insanları, batı dikimi mayolarını kıçlarına geçirip, şimdiki gibi(yirmi birinci
yüzyıl) kirli olmayan Marmara'nın kıyılarına akın etmiş, karpuzlar kesmiş,
peynirler çıkarmış, rakılara buzları hazır etmiş, yazın gelişini kutlamaya
koyulmuşlardı. Hemen evime dönmeyi seçmemiştim ben de. Biraz Yeşilköy,
Yeşilyurt civarında dolaşacak, sahilleri gezip insanları izleyecektim. Yeni bir
merak edinmiştim İtalya'da, şiir. Pek yazamıyor olsam da yazmaya çok çabalıyor
ve hiçbir fırsatı kaçırmıyordum. Şimdi ise Yeşilköy bana, şiire alaturka
bakmamı öğütler gibiydi, asi, cahil, ama sevimli.
Ellerinde karpuz kabuklarına
tutunmuş çeyrek ay şeklindeki sulu karpuz içleri ile, birbirlerinin peşinden
koşuyordu çocuklar. Yüzlerinin her yanı çekirdeklerle doluydu ve dudaklarının
çevresi karpuz suyu yüzünden pembeleşmiş, yeni yeni çıkmakta olan bıyığımsı
tüyleri dudaklarının üstlerine yapıştırmıştı. Ben de böyleydim bundan sadece
altı sene önce. Ben de böyle koşardım. Ama benim mayom daha güzeldi sanırım.
Daha erkeksiydi. (Bir ara pembe bir mayo da giymiş olabilirim ama, her neyse bu
konuyu kapatayım. )
Bıyıklı, göğüs kılları beyaza
vurmuş, atletli ve kısa şortlu dedeler, bir araya gelmişler, karpuz , kavun,
beyaz peynirin yanına rakı bardaklarını süs olarak koymadıklarını
kanıtlarcasına içiyorlardı. İçlerinden, kısa boylu sarışın olanı hafiften
musiki eserleri mırıldanıyor, nakarata gelince ise hep bir ağızdan söylemeleri
için elleriyle teşvik ediyordu. Ben de yaşlanınca böyle olmak istiyordum
nedense. İtalya'da iken en çok bu görüntüyü özlemiştim. Oradaki dedeler bu
kadar ağır, mağrur, hayatın ne olduğunu çözmüş bir şekilde duran insanlar
değil, daha neşeli insanlardı. Tabi bunlar benim gördüklerim. Ama İtalya, mutlu
insanları yüzünden bana memleketimin mutsuz, rakı düşkünü, mizah sever, hayata
yarı yarıya küsmüş ama diğer yarısı hala savaşan insanlarını daha bir
özletmişti. Buradaki dedeler, uzun süre görmedikleri torunlarını görünce
gözleri dolan, ama ağladığını hiçbir zaman belli etmeyen, sarılıp alnından
öpmeyi, tavla öğretmeyi, hayat hakkında dolu dolu öğütler vermeyi seven yaşlı
delikanlılardı. Orada gördüğüm dedeler ise, dedeydiler işte, balığa, avlanmaya
götürürlerdi en fazla. Babadan tek farkları biraz daha yaşlı olmalarıydı sanki.
Hiçbir zaman buradaki dedeler gibi torunlarına rakı ikram edecek kadar arkadaş
olamayacaklardı. Olmamalılardı zaten. İstanbul'u harbi İstanbul yapan, en çok
dedeleriydi.
Trene bindim. Biraz daha
izlemek istiyordum Yeşilköy'ü, denize giren yurdum insanlarını, sliple, etekle,
mayoyla, bikiniyle, çingene cümbüşünden beter görüntü sergileyerek. Ama artık
gitmem lazımdı. Geç olmuştu ve gitmem gereken uzun bir yol vardı. Annem şuan
tırnaklarını yemekteydi büyük ihtimalle ve dostlarım da , bütün dostlarım da
beni özlemişti. Gülşah gibi.
İtalya'da iken, Melissa
Panarello adında bir ufaklığa, parasızlıktan bir süre bakmıştım. Bana sürekli
Gülşah'ı hatırlatıyordu bakımını yaptığım ufaklık. Çok tatlı, zeki bir çocuktu.
Daha yedi yaşında olmasına rağmen çok cin akıllı konuşmalar yapıyor, bana
kadınlar için tavsiyeler veriyordu minik Melissa. En çok şu lafına gülmüştüm:
“Bak şimdi , mesela ben senin sevgilinim, öpmem lazım değil mi seni? O zaman
senin de beni öpmen lazım. O zaman işte aşk oluyor. Ne oluyormuş? Aşk oluyormuş.
Anladın değil mi?” Tavırları, halleri çok benzediğinden ona sürekli Gülşah
diyordum. Gideceğim tarih yaklaştığında annesi bir daha benim ona bakmak için
gelmeyeceğimi söylediğinde ise gözyaşlarına boğulmuştu. Ne de güzel sarılmıştı
bacağıma. Ağlamaktan utanan ama ağlamasını durduramayan biri gibi ağlıyordu.
“Gitme Emre.” demişti İtalyanca. “fare non andare pregare Emre”. Sonra da şunu
söyleyip gözyaşlarımı serbest bırakmama neden olmuştu : “Gülsah testamento
perdere tu.”
Şimdi ise, eve giderken en çok
merak ettiğim, küçük Melissa'nın söylediğinin Gülşah için de doğru olup
olmadığıydı. Düşünmemek için elimden geleni yapıyordum ama bir türlü aklımdan
çıkmıyordu. Acaba, ufak Gülşah gibi özleyeceği gibi, büyük olanı da beni
özlemiş miydi?
8 yorum:
Yorum Gönder